UMUT ARTIK DOĞUDADIR: KEMAL TAHİR
“Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” fikri Kemal Tahir’in yaklaşımlarında görülmektedir. Bu da Türkiye’nin özgül koşullarının ürünü. Türkiye’nin üretim modeli küçük işletme idi. Kemal Tahir, Türkiye’ye has olarak sosyalizmin Batı’dakinden farklı bir zümre/üretici güç tabakasına dayandığı ve mücadelenin bu özellikli Doğu yapısalından hareket etmesi gerektiği fikrindeydi. Galiyev’den şu cümleleri aktarmaktaydı: “Batı’da beklenen devrimden umut kesilmiştir. Umut artık Doğu’dadır. Doğu’da küçük burjuva demokratlardan yararlanmak, bunların liderliğini bir zaman için kabul etmek gerektir. Sosyalizmi, doğunun tarihsel gelişme öze4lliklerine uydurmak, bu işi de Müslüman Sosyalistlere bırakmak lazımdır. Çünkü Doğu toplumları, Batıdakilere benzemez. Batı’da yürüyen sosyalist fikirler, Doğu’da tıpkısı tıpkısına kullanılamaz, kullanılırsa direnme doğurur. Eğer milyonlarca Müslümanı sosyalizme çekmek istersek, sosyalizmi bunlara uydurmalıyız. Çıkarları gözönünde tutulduğu takdirde, Müslümanlar sosyalizmden yana olacaklardır” (TAHİR, 1992: 289). Kemal Tahir Doğu’nun düzeninin ATÜT-Kerim Devlet yapısını zaruri kıldığını düşünmektedir. Tahir’e göre devlet ile üreten kesim (reaya) arasında bir anlaşma vardır. Bu anlaşma bu memlekette sömürmeyi tarihsel olarak sürgit var eden bir sınıfın doğumunu engellemek içindir: “Bizde köylü vergi vermez, mümkün mertebe kaytarır. Buna karşılık bütün tarih boyu, kendisinin olduğunu bildiği İmparatorluk için kan vergisini ödemiştir. Şimdi de, bu vergiyi politikacılara Oy olarak ödediğine inanmaktadır. Buna karşılık Devlet de, reayasını vergi diye sıkıştırmaz. Çünkü Kerim-hayırlı devlet vasfını türlü tarihsel nedenlerle yitirdiğini bilir. Bu karşılıklı anlaşma, memleketimizde, sömürülmeyi Batı’daki sömürmeden çok daha gevşek, hatta bir anlamda, dayanılır halde tutmuştur, tutmaktadır. Bu da Batı’dan alınan bütün kalıp yasaları boşa çıkarır. Bütün Osmanlı tarihi, başta toprak olmak üzere zenginliklerin tek kişilerin mülkiyetinde toplanmasını-birikmesini sürekli olarak önlemiş, türlü yollardan biriken zenginlerin yatırıma yönelmesini, böylece Pazar rekabetiyle yeniden artmasını da önleyerek kapitalist sermaye haline gelmesine meydan vermemiştir. Bugün devletin Batı’dan kalıp olarak aktardığı bir sürü kanunlar ve müesseseler, sözgelimi iş kanunu, işçi sigortaları, Batı anlamında sermaye birikimin dolaylı olarak önlemekte, devletin devletçilik karakteri dışında, burjuva devleti karakterine dönmesine ayrıca set çekmektedir. Buna dış sömürmelerle emperyalist kapitalin dünyayı kavramış tekel özelliğini de eklersek, bugün komprador dediğimiz zümrenin, yüzlerce yıl çabalasa, niçin Batı’dakine benzer burjuva karakteri gösteremeyeceğini anlarız” (TAHİR, 1992: 322). Kemal Tahir’in bu yaklaşımı Türk solunun genel tavrından oldukça farklı ve dikkat çekicidir. Tahir’e göreTürk sosyalistlerinin icad etmeye çalıştığı sınıf çatışması, en az ikiyüz yıldanberi devleti ve halkları sömürgecilerle birlikte ortaklaşa soyarak yaratmaya çalıştıkları zengin yetiştirme (sınıflaştırma) hareketinin bir başka cinayet koludur. Burjuva yetiştirmek nasıl mümkün değilse, Batı anlamında sınıflaşmamış bir toplumu sınıflaşıyor saymak da o kadar imkansızdır (TAHİR, 1992: 286). Tahir bu meselede kalemini aydınları “ihanet etmiş” sayacak kadar sivriltir ve Anadolu-Doğu toplumlarının toprak sisteminin kapitalizme uğramayacak bir nizama dayandığı hususunu ısrarla vurgular. Kemal Tahir Marksist teoriyi tarih bilinci açısından kullanır ama bu teoriyi mensubu olduğu Asyatik toplumun “İslâmî” karakteri nedeniyle “Müslümanlaştırır.” Bu manada Galiyev’e yakınlaşması kaçınılmazdır. Hilmi Yavuz, Kemal Tahir’in Marksist teoriye bağlılığını ele aldığı makalesinde Tahir’in “uyarlama” endişesini yansıtmaya çalışır:
“Ona göre, teoriyi, yani Marksist tarih teorisini, Osmanlı-Türk toplumunun kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarının ortaya çıkardığı somut gerçeklikler, bize özgü somut gerçeklikler açısından, yeniden ele almak gerekir. Kemal Tahir'de bu alanda son derece özgün bir metodolojinin temellerini görmek mümkündür. Bu metod şudur: Kemal Tahir, Marksist teorinin kavramsal yapısına bütünüyle bağlı kalmış, ancak, bu yapı içinde bir teorik kavramların eklemlenmesinde değişiklikler yapmıştır. Bence bu, Kemal Tahir’in Marksist teoriye getirdiği önemli bir katkıdır. Burada şu noktayı kesinlikle gözden uzak tutmamamız gerekir: Kemal Tahir, Marksist teorinin yapısını bozmuş, bu yapıyı niteliksel bir dönüşüme uğratmış değildir. Onun tarih sorunlarına derinlemesine ve irdeleyici bakışı, doğulu toplumların, batılı toplumlardan farklı bir gelişme gösterdiği gerçeği üzerinde yoğunlaşır. Doğulu Asyatik devletlerin tarihsel ve toplumsal gelişmesi batıdan köklü bir biçimde yapısal farklılıklar gösterdiğine göre, teorinin de bu yapısal farklılıkları gözönünde tutacak biçimde dönüşüme uğratılması kaçınılmaz olur. Bu yüzden doğulu toplumların bu yapısal özgüllüğünü bütünüyle açıklayabilecek bir yaklaşım gereklidir. Bu yaklaşım da Marksist teorinin teorik kavramlarının eklemlenmesinde bir değişiklikle gerçekleştirilebilir. Kemal Tahir'in yaptığı işte budur” (YAVUZ, 1977). Yavuz’un işaret ettiği bu uyarlama nedeniyle Kemal Tahir ister istemez İslâm dini ile ilgili Marksistlerde görülmeyen bir olumlamaya varmıştır: “İslam dini, bir dünya dinidir. Dünya işleriyle (Şeriat) derinlemesine uğraşır. Ekonomik sosyal sistemler kurmuştur. Bilimden yanadır. Aile hukuku kurmuştur. Toprakta, sularda, ormanlarda kişi mülkiyetini reddeder; kumarı, içkiyi yasaklar; hurafeleri, büyücülüğü reddeder; lüksü, kasınmayı, faizciliği, yamyamlığı yasaklar. Örgütü demokrattır. İmam sosyal politik ödevler gördüğü halde köyünde mahallenin seçimiyle atanır ve onların ödedikleriyle yaşar. İslam yüzyıllardır Batı’lı sömürgecilerce soyulmaktadır. Din düşmanlığı, soyguncu ortaklığı biiminde görülür. Her dine karşı davranış soyguncu gavurdan, soyguncu gavur hesabına yapılmış sayılır. Bu açıdan, Müslümanların gözünde ezilenlerin dinidir. Onların birliğini, dayanışmasını sağlar” (TAHİR, 1992: 291). Bu nedenle Kemal Tahir’in sosyalizmi, Müslümanların sosyalizmi olarak okunabilir ve bu sosyalizm endüstriyel/emperyalist Batı sosyalizmi de değildir.
Hikmet Kıvılcımlı da “Fetih ve Medeniyet” başlıklı kitabında toprak sisteminin / Devlet fikrinin vasıflarını anlatır ve Kemal Tahir’i haklı çıkarır:
“Dirlik Düzeni’nin Osmanlılıkla beraber başladığını, daha doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçe’de “Kanun” demek, “Miri toprak” demektir. Toprak kanunları 1302’lerde başlar. Osman (ilb, şövalye) Gazi’nin İstiklal yılı ise, 1300’dür. (“Kavaaniyni Kadiymei Osmaniye” el yazması, İnkilap Müzesi, No: 133) Kanuna göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce “Tahrir” (istatistik) yapar. Sonra, miri toprağı çiftçiler arasında “Taksim” eder. “Çift” sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki çift öküzlük arazi demektir. Reayaya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer “bütün çift”tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm arasındadır. Onun için, topraklar, Hassa, Evsat, Edna diye üç dereceye ayrılır (…) Bu taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir. Miri topraklardan alınan vergi “arzın tahammülüne göre”: İlk zamanlar 1/8’i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme ile, iki ila beş dönüme bir akça düşen çift akçası (Haracı Muvazzafadır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alınır. Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur. (…) Osmanlı toprağında birinci insan, çiftçi ise, ikinci insan, eşkinci veya dirlikçi adını alan sipahidir. Dirlik tabiri, Karolenjiyen Fransa’sındaki Benefice’in tam karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkarır. Dirlikçiye (sahibi arz) adı da verilir. Ama, gerçekte o, toprağın hiçbir şeysine sahip değildir. Miri toprağın tasarrufu, doğrudan doğruya köylünündür. Miri toprağın mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal’in, yani tekmil Müslümanlar topluluğunundur. Miri toprak padişahın dahi mülkü değildir. Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer. (…) Dirliklerin esası Tımar’a dayanır. Tımarlı daima dirliğinin başında hazır bulunur. Tımar gelirinin hepsini değil, ancak ilk 3000 akçasını “Kılıc’ı Tımar” adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya mukabil, sefere göndermek üzere bir cebelu, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari yetiştirir. Dirlikçi’nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öteki muhariplerinkinden farksızdır. Ve “Sefere sahibi Tımar, bizzat gelmek gerektir.” (Asafname, el yazması sf. 15) Görüyoruz. Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel muharipler arasında dahi mutlak eşitlik esas tutulmuştur. Osmanlı Miri toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, çiftçi ile dirlikçi, birbirini sömüren iki sınıf olmaktan çok, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul olan, sosyal işbölümü şeklinde birbirini tamamlayan iki tabaka gibi görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı. Çünkü, yalnız dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların idealist ilbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hristiyan halk yığınlarına böyle bir toprak düzeni sunuyorlardı. Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu. Dirlikçilerin sayıları da, bugün inanamayacağımız kadar azdır. Hayrullah Efendi (“Devleti Osmaniye Tarihi” C. 11, sf. 211-214) Osmanlı Avrupası’ndan 44 bin, Osmanlı Asyası’ndan 91 bin “Tımarlı Daimi Muhafız askeri” sayar. Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil imparatorluğun “Sahibi arz” ları 30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye’de memur sayısının 300 bini geçtiği düşünülsün. Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet şekli getirdiği anlaşılır. İşte, dini ayrı Hristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.” (KIVILCIMLI, 2011: 19- 22).
Kıvılcımlı’dan yaptığım bu uzun alıntı Osmanlı ahi ve tımar sistemine izah getirmeye çalışmaktadır. Tımar / ahi sistemi, Anadolu’nun temel iktisadî yapısıdır. Anadolu’nun iktisadî düzeninin tımar ve topraktaki işletme modeli olduğuna değinmeden işçi ideolojisine göre teori üretilmesi mümkün değildir. Ahi ve tımar meselesini günümüzde yaşayan bakkal- kasap ya da kimi sanayi teşekküllerinin “iş ahlâkı” gibi düşünemeyiz. Osmanlı ahi ve tımar adamı bir meslek mensubu idi ve kelimenin tam anlamı ile bağımsız/müstakil ve başka sınıfların kendisine adam ihracına meydan vermez nitelikte muhafazalı bir sınıf idi. Zaten esnaf, sınıf aynı kök kelimeden gelmektedir. Buna göre kimse az bir sermaye buldum diye tımara giremez veya çarşıda dükkan açamaz, bu sınıfa katılamaz. Kıvılcımlı’dan yaptığım alıntı bunun açığa çıkması içindir.
Müslüman toplumlar Batı’da gelişmiş tarih algısını sürdürmek zorunda değil. Kıvılcımlı tüm gayretine rağmen yine de Batı’lı tarih ve iktisat zihnine bağlılığı kıramıyor. Ben bu noktada Kemal Tahir’in yaklaşımlarına odaklanmayı öneriyor ve onu daha doğru bir zeminde duruyor görüyorum.
Kemal Tahir’e göre, tarihin sanayi toplumuna aktığı fikri tam bir masal. Başımıza gelenler de zatenTürk entelektüellerinin bu masala inanmalarından kaynaklanıyor. Türkiye hızla metropol kentler modeline akıyor. Bu modeli benimsemiş başka bir toplum yapısı yok. Kemal Tahir’e göre Batı’lılaşma Batı’daki sınıf yapılarını alma çabası ile kendini gösteriyor ve bu durum tam bir entelektüel aymazlıktır. Şimdi Türkiye’de sanayileşme ile burjuva üretilemeyince yeni bir dönüştürme enstrümanı bulundu: Kentleşme. Yunanistan nüfusu 11 milyona ulaşmadığı halde sadece İstanbul’un nüfusu 2013 senesi için 16 milyonun üzerinde. Bu Türkiye nüfusunun yüzde 20′sinin üstünde bir nüfus demektir. Kentleşme süreci dünya kapitalizminin Türkiye’ye dayattığı bir modeldir. Türkiye’de sendikaların işçi üretme/işçi ideolojileri ile hareket etme çabası bir sonuç vermeyecek. Türkiye’de işçi yoğunlaşması benim nazarımda kentleşmeyi kronikleştiriyor ve dayatıyor. Dolayısıyla geniş tarım arazileri boşaltılmaya uğramaktadır. Dolayısıyla “sosyal adalet” de bu dayatmanın getirdiği sorundur. İşçi/burjuva çelişkisi Türkiye’de temel sorun olmamıştır.
Ayrıca Türkiye’de işçi denilen kesimin kim olduğu hakkında yeterli bir araştırma yapılmamıştır; sendikalı işçi denilen bir kesimin ezildiğinden de bahsedilemeyecektir. İşgücü değeri görelileşmiş durumdadır. Hizmet sektöründe çalışanların “işçi” sayılamayacağından bahsetmek gerekmektedir. Gerçekte işçi, patrona artı değer üreterek karşılığında emeğini satan ve mülksüz durumda olan adamdır. Günümüzde işçi diye anılan adamın emeği ile ürettiği bir artı değer bulunmamaktadır. Tarımda teknolojik devrim, fabrikada post teknoloji kullanımı ile dünya kapitalizmi emek üzerinden “üretim” sağlamıyor; makina üzerinden üretim yapıyor. Bu süreç yaşam gereçlerinin değerini iyice azaltmıştır. O nedenle iş gücü değerinin de azalması normaldir. Günümüz işçisi, işçi olarak değil “ücretli hizmetli” olarak değerlendirilmek zorundadır. Ayrıca bütün dünyanın işletme modelleri kırılarak ücretli imal ediliyor. Dünya kapitalizmi, emeğe ihtiyaç duyduğunda küresel sanayiin hareketliliği ilkesi gereği fabrikaları söküp ucuz istihdam bölgelerine kaydırabiliyor. Bu temelde sendikalaşmayı da kıran bir süreçtir. Dünya kapitalizmi bu strateji ile çift karakterli ücret politikası uyguluyor: Emek karşılığı ücret ile hizmet karşılığı ücret giderek ayrışıyor. Marksizmin günümüz bağlılarının tartıştığı mesele günümüzde budur. Proleter kimdir? Neo- marksizm, hizmet sektöründe çalışanları da proleter içinde değerlendirme yanlısı görülse de bu boş bir çabadır. Çünkü dünya kapitalizminin şu an yeni ürettiği sınıf “yoksullar- madunlar”dır.
Zaten günümüz entelektüellerinin asıl ilgi alanı da aslında bu madun ve yoksullar, yani sınıf-dışı kesimlere yönelmiştir. Sınıf-dışı, işçi değildir, kent yoksuludur; evsizler ve göçmenlerdir. Bu kesimler, işçi olamadan evsiz kalıyorlar ve ailelerine bakılacak olursa temelde toplumun dibinden de gelmiyorlar. Daha çok orta sınıftan düşmüşlükleri ile ortaya çıkıyorlar.
Sosyalistler dünya genelinde ücretlileri işçi sınıfı içinde değerlendirerek tarihi manilüpe etmeyi ya da praksise uğratmayı deniyorlar. İşçi sınıfının genişlemesinden bir devrim hareketi beklenilir. Bu biraz arabesk bir tavır. İşçi sınıfının devrimciliği sömürülmüşlükle ilintili bir olay idi. En azından Marx’ın söylediği bu idi. Şimdi ise, tüketici olması için maaş verilen bir “ücretli işçilik” var ki böyle adamlardan tarihin öncü rolünü beklemek zor görünüyor. Türkiye’de kentlere çekilen ve kentlerde gecekondularda yerleştirilen kesimin Marxist manada proleter olduğu artık söylenemez. Nitekim kentler büyüdükçe banliyöler kent içinde kalmış ve gecekonduların sakinleri topraktan rant elde etmişlerdir. Yani orta Anadolu’dan İstanbul- Ankara gibi kentlere gelenler son 30 yıl içinde artık proleter olmaktan kurtuldular, rantiyeci oldular. Kira gelirleri var. Kentteki hazine arazilerinin "talanı"na devletin ses çıkarmaması Kemal Tahir'in "reaya ile kerim devlet arasında gizli anlaşma var" ifadesiyle de mutabık duruyor. Ancak her şeye rağmen Müslüman toplumda mirî arazinin yağması ile kentleşme sürecinin koşutluk kazanması halkın aleyhine olacaktır. "Haramın binası olmaz" diye boşuna söylenmemiştir.
Ayrıca üretim teknolojisinin eski tipte işçi ihtiyacı da kalmadı. Bugünkü süreç "Kent yoksulluğu-evsizlik" üretiyor. Bunun da hizmet, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu, çöp toplayıcılığı gibi iş kollarında istihdamla ilgisi bulunuyor. Klasik manada İşçi sınıfı diye bir şey kalmadığını beyaz yakalı ücretli kesimlerin yoğunlaşmasından da anlayabiliyoruz. Görünen şey işçi gibi algılansa da gerçekte “ücretli”dir.
İşçi sendikalarına şunu sormak gerekiyor: Üniversite bitirip bir şirkette mühendis-işçi olarak çalışan kişi gerçek anlamda işçi sayılabilir mi? Türkiye’de istihdam-ücretli, belli şartlarda (karı koca çalışarak ve aileden bir miktar borç alarak) 5 ila 10 sene içinde mülk edinmeyi mümkün kılacak imkanlara da sahip. Demek ki aile "çalışan kesimin mülkiyete ulaşması için" bir şirket gibi de çalışıyor. Marx, Aile kurumu hakkında, burjuva toplumunun yansıması yargısında bulunduğu için onun sosyalizminin argümanları bizim toplumumuzu açıklamayacaktır. Türkiye’de İslam hayatı kavradığı sürece işçi yekünü büyüyemeyecektir. Ancak bunun sağlanması Batı toplumuna has kurum ve toplumsallıkların bize taşınmaması ile ilintili. Bizim asıl problemimiz, aile, esnaf- çiftçi, mahalle gibi geleneksel kurumlarımızı nasıl koruyacağımız meselesine geliyor. Kentleri büyüterek, endüstriyel toplumun değerlerini üreterek yapımızı bozuyoruz. Sosyal adalet talebi bu bozulmanın sonucudur. Kent ve endüstriyi büyüterek geliştirilmiş “Sosyal adalet”i istemiyoruz; aile, mahalle, küçük şehir yapılarında geçimlik peşinde insanların yaşattığı bu topraklara mahsus İslâmî adaleti arıyoruz.
- KIVILCIMLI Hikmet, Fetih ve Medeniyet, Sosyal İnsan yayınları, 2011
- TAHİR Kemal, Notlar/ Sosyalizm- Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları, 1992
- YAVUZ Hilmi, Kemal Tahir ve Marksizm, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı: 3, 1977