İnsan
eyleyen bir varlık. Eylemlerimiz (yapıp etmelerimiz) "tabiata" ve
"dünyaya" da'ir. Tabiatı dünyasallaştırıyoruz. Yani tabiattan dünyalar
türetiyoruz. Bunu da denetim altına aldığımız doğadan türettiğimiz ve
maddî tarafımızı ortaya koyan aletlerimizle yapıyoruz.
Bizim eylemelerimiz çok azıyla insiyakî, çok daha fazlasıyla da
düşünümseldir. Zihin dünyamız sürekli bir soruyu yeniden, yeniden
üretir: Ne yapmalıyız?
Geleneksel insanın zihin dünyasında da bu soru elbette sorulur. Ama
etkisi modern insanın zihninde olup bitenden hayli farklıdır. Kendi
kendisine "Ne yapmalıyım?" diye soran geleneksel insan, cevapları kutsal
metinlerin, geçmiş tecrübelerin, örf ve adetlerin içinden çıkarırdı.
Yâni, sorduğu soruların kendisinden çok önce sorulmuş olduğunun ve en
iyi şekilde cevaplandığından emin olarak sorardı sorularını. Ne
telâşlanır; ne de aceleye getirir.
Modern ile geleneksel arasındaki en esaslı farklılıklardan birisi de ,
"Ne yapmalıyım?" sorusunu karşılayış tarzıdır. Modern, bu soruyu
endişeyle sorar. Çünkü sorunun hazır bir cevabının olmadığı; varsa bile
yetersiz, işe yaramaz olduğuna inanılır. Dolayısıyla "Ne yapmalıyım?"
sorusu en hafifinden keşif, en ağırından icât gerektiren, kimileri için
heyecan verici, kimileri için ise ürkütücü bir sorudur. Bildik
cevapların tavan arasına atıldığı bir dünyada "Ne yapmalı?" sorusu
sadece endişe değil; durumlardan vazifeler türeten keskin bir âciliyet
hissi ile de karşılanır.
Modern kavrayışların kâhir ekseriyeti, eylemek ile eylememek arasına
kalın ve sızdırmaz sınırlar çeker. Eylememek, tembelliği, sorumsuzluğu
ve etkinsizliği çağrıştıran; telâşlı modern dünyadaki en büyük etik
kusurlardan birisidir. Böyle olduğu için de lânetlenmiştir. Modern insan
eyleme konusundaki mutandan iddialarından belli olur.
Bu mutandan iddialar, iddialı eylemeler doğurmuş; iddialı eylemeler ise
insanlara ağır faturalar ödetmiştir. Burada kastedilen selâmetçi siyasal
eylemlerin bedelleri değil. Oraya kadar gitmeye hiç gerek yok. Meselâ
üretim gibi çok daha mâsum görünen bir kavramı alalım. Kadim dünyada
üretim teknolojisi tabiatin verdiklerinden optimal bir fayda kaldırmaya
ucu ucuna yeten ; mekanik tarafı ağır basan bir teknikti. Üretim
itibarıyla "Ne yapmalı?" sorusuna verilen cevap da, genel olarak mekanik
ilkelerle uyumlu akıl yürütmelerle yine geleneğin içinden çıkarılırdı.
Modern insanın ise Heidegger'in yapmış olduğu ayırım itibarıyla
teknolojisi vardır ve kompleks ilkelere doğru evrilen ve artık
anlaşılmaz olan bu teknolojinin düzeyi bu soruyu karşılayacaktır.
Teknoloji elbette ki tekniğe baskın olan bir kavramdır. Aradaki fark
insanın maddî dünyasına, giderek manevî dünyasına yabancılaşmasının
faturalarını kabartır. İç yapısından sadece az sayıda uzmanın haberdar
olduğu ; belki de hiçbirisinin tek başına da bilemeyeceği, bir
teknolojik dünya bizi sarıp sarmalıyor. Böyle bir dünyada, üzerinde
sadece teknokratik seçkinlerin, çok özelleşmiş bir dil üzerinden akıl
ve fikir yürütebileceği "Ne yapmalı?" sorusu, aşağıya doğru "Nasıl
yapmalı?" sorusuna dönüşüyor. Yani, çoğu kez farkına varmasak da
sorunun kulvarı değişiyor. Bu kayma yabancılaşmanın göstergesidir.
Yabancılaşmayı doğuran açık, bilgi tekelleri ile tüketimin
kitleselleşmesi arasında ortaya çıkıyor. Bilgi toplumu olarak
yaldızlanan olgu aslında reel olarak ve her türlü yüzeyselliğiyle bir
know-how toplumudur. Know-how toplumu tüketimin kuşatıcılığıyla,
üretimin tekelciliği arasına sıkışmıştır. Tarihsel takıntımız olan
fünûnculuktan vazgeçemeyip Know-how toplumunun bir parçası olmak ve
sofistike kullanım dilleri ile yetinmek istiyorsak mesele yoktur. Eğer
mesele var diyorsak açığı kapatacak yegâne yol, Yunus'un ödünsüz
"miskinlik" yoludur. Bugün "Ne yapmamalı?" sorusu "Ne yapmalı?"
sorusundan çok daha mühimdir.
S. Seyfi Öğün - 26.03.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder