25 Aralık 2012 Salı

Bana kalırsa

İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmelerini ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... Ne yazık hiç kalmadı bana.

-Oğuz Atay, Tutunamayanlar-

23 Aralık 2012 Pazar

Ma'zursun

همواره تو دل ربوده ای معذوری

غم هیچ نیازموده ای معذوری

من بی تو هزار شب به خون در بودم

تو بی تو شبی نبوده ای معذوری

İşin gönül çelmektir senin, mazursun
Gam nedir hiç bilmezsin, mazursun
Her gece kan ağlarken ben sensiz
Sen bir gece sensiz kalmadın, mazursun

Ahmed Gazali, Sevânihu’l-Uşşâk (Âşıkların Halleri)

12 Ekim 2012 Cuma

Karanlıktayım

İki kavis arasındayım.
Her yaşam parantezi doğumla açılıyor ve ölümle kapanıyor. Benim parantezim de doğumla açıldı ve her parantez gibi o da en nihayet ölümle kapanacak.
Parantezin açılması elimde değildi, kapanması da elimde olmayacak. Parantezi kim açtıysa, o kapatacak, burası kesin.
Niçin açıldı, bilmiyorum. Niçin kapanacak, onu da bilmiyorum.
İki kavis arasında olup bitenlerle öylesine meşgulüm ki bildiğim tek şey, iki parantez arasında sıkışıp kaldığım.

Bu-ara-dayım; doğumla ölüm arasında.
Ne garip değil mi, yaşam, cilveleriyle beni meşgul ettiği sürece, parantezin kapanış ânından uzaklaştığımı, o üzerime bütün dehşetiyle eğilen kavsi geriye ittiğimi sanıyorum, öyle ki parantezin kapanıp kapanmayacağını umursamıyorum bile.
Yaşam süremi ölçüyorum. Yolun başındayken yaşam süremin arttığından ötürü sevinirken, yolun sonuna doğru süremin azaldığını hissedip hüzünleniyorum. Yaşadıkça yaşlanıyorum çünkü.
Hüzünleniyorum.
Peki nedir şu adına hüzün... hüzün dedikleri?
Hüzün, elde olanı gaib ettiğim için ruhumu bürüyen şeffaf libas; kayb -olan ve -edilen için duyulan üzüntü.
Hüzün mülkiyet duygusunun bir sonucu; zira bir yaşama sahip ve mâlik olduğumu, yani bir yaşamım olduğunu idrak etmeseydim, onu kaybettiğimi de idrak edemezdim. Varlığından haz aldığım şey, yokluğundan ötürü bana elem veriyor; varlığı hazza, yokluğu eleme yol açıyor.
Hüzün işte böylesine köklü bir mülkiyet duygusunun mahsulü.

Yaşamaktan haz almasaydım, yokluğu hâlinde elem de duymazdım. O hâlde varlığının elem verdiğine inansaydım, yokluğunun da haz vereceğine inanmakta zorluk çekmezdim. Nitekim yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin yokluğu varlığa tercih etmeleri, aslında hazzı eleme tercih etmelerinden kaynaklanmıyor mu?
Modern hayatın hüznü def etmek için bulduğu yegâne çözüm, insanı koyu bir gafletin içine sokmaktan ibaret.
İğfal sözcüğü gafletten ürüyor. Gaflet modernlik tarafından iğfal edilen insanın trajedisi... parantezsizlik sanısı... bir aymazlık hâli... aptallıktan türeyen keyif...
Sevinç de işbu gafletin, unutmanın, görmemenin, bilmemenin mükâfatı.
Hüzün nasıl ki gaib edilenin (kaybedilenin) üzüntüsü ise, korku da tam aksine kaybedilecek olandan kaynaklanan kaygının adı.
Kaybettiğim için hüzün, kaybedeceğim için korku duyuyorum. Varolanın yokluğu hüzün duymama (üzülmeme) yol açarken, yok olacağı ihtimali korkmama yol açıyor.
Korkuyorum; zira kaybedeceğim. Kaybettiğim için değil, kaybedeceğim için korkuyorum.
Kaybetseydim üzülürdüm. Oysa kaybetmedim ve fakat eninde sonunda kaybedeceğim.
Önemsiz ve değersiz olanı kaybettiğim için üzülmem; önemsiz ve değersiz olanı kaybedeceğim diye de korkuya kapılmam. O hâlde hüznümün ve/veya korkumun sebebi, gerçekte kaybetmek ve kaybedecek olmak değil, bilâkis önemli ve değerli bir şeyi kaybetmek ve/veya kaybedecek olmak.
Bir edebiyat tarihçisi, sanattaki başarıyı, galibiyetin, mağlubiyetin itirafıyla kazanıldığı bir savaş olarak tanımlamış: a war in which victory comes through the confession of defeat.
Bu tanımı, pekâlâ yaşama sanatına da şamil kılabilirim.
Ancak bir koşulla! Yaşamı her şeyden daha önemli ve değerli kılanın ne olduğunu bilmek koşuluyla.
İlk elde akla gelecek olan, birtakım nitelikler, ya yaşam için gerekli olan, ya da yaşamın mümkün kıldığı birtakım haz ve değerler. Oysa ben olmasaydı(m), yaşam da olmazdı; zira yaşayan özne olmaksızın yaşanılan olmazdı. Yaşanılan olmayınca, tabiatıyla yaşam da olmazdı.
Bu-ara-da anlamın yaşama yaşamın kendisinden geldiğini pek o kadar kolaylıkla niçin söyleyemiyorum acaba?
Çok basit!
İki kavis arasında kalanın anlamı, kavislerin içinden çık(a)mıyor da ondan. Bu-ara-da olana, anlamını, sınırları veriyor; iki kavisin (kavseyn) varlığı, yaşamın hem sınırlarını, hem anlamını belirliyor. Böylelikle anlam, yaşama, kendisinden değil, dışından, yani kavislerin varlığından geliyor.
Özetlersek, yaşamın varlığı, iki kavisin varlığıyla mümkün. Anlamı ise onların anlamıyla kaim.
Peki o hâlde kavseynin varlığının sebebi ve anlamı ne?
Sırr-ı kavseyni, yani yaşamı mümkün kılan parantezlerin varlık sebebini bilmediğimi, soruşturmanın en başında teslim ettiğime göre, bu niçinin içini ben’ce meçhul kalacak demektir.
Oysa kavs-i nüzulün, iniş yayının (doğuşun) sırrı bilinseydi, kavs-i urucun, yükseliş yayının (ölümün) sırrı da bilinir; böylelikle bir çırpıda yaşamın sırrı da sır olmaktan çıkardı.
Karanlıktayım.

Dücane Cündioğlu - 17 Aralık 2005

24 Ağustos 2012 Cuma

yavaş yavaş ölürler

yavaş yavaş ölürler
seyahat etmeyenler.
yavaş yavaş ölürler
okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklarına esir olanlar,
her gün aynı yolları yürüyenler,
ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
bir yabancı ile konuşmayanlar.

yavaş yavaş ölürler
heyecanlardan kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar.

yavaş yavaş ölürler
aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar


pablo neruda

10 Ağustos 2012 Cuma

İş hayâtında aristokratik vesâyetçilik


Kapitalizm insanlığı önce, zanaatkârlığın ehl-i keyf dünyasından kopartarak Okul-Fabrika-Kışla arasında sıkı bir disipline dayalı olarak örgütledi. Modern meslek dünyası insanın "geleneksel baskılardan arındığı", özerk ve özgür olduğu, kamusal fayda ürettiği alanlar olarak tanımlandı. İşin aslı pek de öyle değil. Okul-Fabrika-Kışla arasında yapılandırılan bir hayat kısırlığı belki çok sayıda profesyonel ortaya çıkardı, ama bu oluşum her zaman insanlığın selâmetine, hayrına işlemedi. Profesyonellik, Hannah Arendt'in çok çarpıcı olarak ortaya koymuş olduğu üzere "Homo Faber"in yerini "Homo Artifex"in almasıdır. Üretim fetişizmini örgütleyen kapitalizm insanları meslek insanı yaparak, yaptıklarından da sorumsuz kılmayı sağlayan bir iş kültürü geliştirdi. Bu; yaptığı işin sonuçları ya da etkileri üzerinde düşünüm kurabilen Homo Faber'den farklı olarak "İşini gereğince yap, gerisine karışma" diyen Homo Artifex'in dünyasıdır.
Modern dünyada işler ve işlemler sadece kağıt üzerinde nesnel esaslara bağlanıp, gayrı şahsî kılınıyor. Oysa işlerin akışında,özellikle de ilişkisel boyutlarında müthiş bir öznelleşme ya da kişiselleştirme hüküm sürüyor. Başarı endeksleri işin örgütlenmesinde, akışında ve ödüllendirilmesinde oligarşik, eşitsizlikçi, daha beteri gayrı insânî esaslara oturuyor. Bütün bunlar sözüm ona verimlilikte artış adına yapılıyor. Oysa zaman içinde verimsizlik ciddî bir dert haline geliyor. Bürokratik-hantal dünyadan esnek iş yapılanmasına geçiş, bu derde devâ olmak bir yana, derdi azdıran bir gelişme. Yaşayan en mühim düşünürlerin başında gördüğüm Richard Sennett, her cümlesi zihnimde bir şölene dönüşen (hep öyle olmuştur) "Zanaatkâr" başlıklı muazzam çalışmasında, durumun neo-liberal kapitalizmin muzafferci yaklaşımının örtbas ettiğinden çok farklı olduğunu; insanların işlerinden soğuması, yaptığı işe yabancılaşması ve onları savsaklamasının sâdece tarihe gömülmüş reel sosyalizminde değil, merkez kapitalist ülkeler başta olmak üzere bütün bir dünyada sorun olduğunu ortaya koyuyor. Hâsılı, insanın iş dünyasını tahrip eden bizzat kapitalizmin kendisidir.
Yeni iş yapılanmasının eşitsiz yapısı artık hiyerarşinin gerekleri ya da kurallarıyla açıklanabilir olmaktan çıkmıştır. CEO'ların temsil ettiği yeni iş aristokrasisi ile orta ve aşağı düzeylerde çalışanlar arasında devâsa uçurumlar oluşuyor. Karar alma süreçlerinde "one-man show" baskın hâle geliyor. Orta ve aşağı düzeyde çalışanlar sadece işlerini kaybetme korkusuyla, çoğu kez akıl, vicdân ve ruhlarının onaylamadığı bu tek adam merkezli karar alma süreçlerinde, belki ilk başlarda gönülsüz, ama daha sonraları gönüllü-gönülsüz fark etmez ; rutinleşmiş meddah rolü oynuyor. Zaman içinde hem kendilerine hem de yaptıkları işe olan inançlarını kaybediyorlar. Biz ancak işler skandal boyutuna geldiğinde, ya da iflâslar gibi dramatik çöküş boyutuna ulaştığında haberdâr oluyoruz. Oysa günlük iş hayatında akıl dışı, en basitinden kaynak kaybettiren sayısız saçma karar mevcut. Bu kararları alanlar dehâlarından emin, egosu şişmiş patronlar ya da onların prensleri CEO'lar. İş hayatında onların ego şişmeleri, yerlerini aldıkları bürokratların ego şişmeleri kadar bıktırıcı ve yıldırıcı. İş hayatının aristokratik vesâyetçiliği, devirdikleri ve yerlerini aldıkları bürokratik vesâyetçilik kadar sorunlu. Çok sayıda çalışan, özellikle de tecrübeli olanlar (eğer kaldıysa) kararların saçmalığını görüyor. Ama hiçbir şey söylemiyorlar. Söylemeye kalkarlarsa başlarına geleceklerden korkuyorlar. Hâsılı, çürüme dönemi saray toplumu olarak resmedilmiş ne varsa bugün üç aşağı beş yukarı iş hayatına egemen....

S. Seyfi Öğün - 09.08.2012

26 Temmuz 2012 Perşembe

Myanmar, tarih ve ilâhiyat


Rwanda'daki mâlûm katliamdan sonra, son zamanların belki de en acı haber ve görüntüleri Myanmar'dan geldi. Dünya, eski adıyla Burma olan bu ülkede; binlerce insanın evinden yurdundan edildiğini; daha da vahimi yüzlerce (belki de daha fazla) kişinin yakılarak öldürüldüğünü öğrendi. Yakanlar Budist; yakılanlar ise Müslüman.. Ne kadar acı değil mi? ... Barışçıl olarak bilinen, Batı zihniyetinde steril dînler dairesinde binciliği kimselere kaptırmayan bir dînin mensupları, azınlıkta kalan bir başka dînin mensuplarına karşı nasıl da bu kadar canavarlaşabiliyor? (Bu arada yine soralım; Acaba Dalai Lama hazretleri ne âlemdedir? Bu katliamı sona erdirmek için neler düşünmektedir? ). Biz, en son olarak bu dinin râhiplerini kâfileler halinde ülkedeki diktatörlüğe karşı şiddet dışı , sivil itaatsizliğe dayanan yöntemlerle karşı çıkarken görmüştük. Bu soylu protestolar çok uzaklardaki insanlarda bile sempati yaratmıştı. Ne hazindir ki bu protesto eylemleri hemen ve çok sert bir şekilde bastırıldı. Ülke yeniden kendi içine kapandı. Meğer fırtına öncesi sessizlikmiş bu. Dün barışçıl eylemlere ilham kaynağı olan bir dînin mensupları, bu kez bambaşka bir yüzle çıkıyor karşımıza... Geçenlerde her satırını zevkle, iştahla okuduğum çok değerli Hocam Prof. Dr. Cemil Oktay'ın Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan kısa bir süre önce çıkan 'Modern Toplumda Savaş ve Barış' çalışmasında, savaş ve barış(siyaset) arasındaki geçişlerin kırılganlığını vurgularken kullandığı 'bukalemun' benzetimi dikkatimi çekmişti. Modern, hele hele geç-modern tarihlerin; geniş mecrasında devr-i dâimler olarak âşina ve âsude bir şekilde akan geleneksel tarihlerden farkı; en başta bir hız farkıdır. Modernlik zamanı arttırılabilir hızlar üzerinden örgütlüyor. Hız ise ya bizâtihî kendisi, insanlık durumlarındaki savrulmaları ve kırılganlıkları doğuruyor; ya da zaten mevcut olanları daha saydam bir şekilde ortaya çıkarıyor. Dünü bugüne; bugünü ise yarına bağlamakta her geçen gün daha fazla zorlanıyoruz. Derin kavrayışlara dayalı düşünüşlerin yerini, spekülatif basitçiliğin alması da gâliba bu yüzden. İştahla saldırdığımız hızlı yemekler mideleri nasıl alt-üst ediyorsa, hızlı düşünüşler de entelektüel dünyamızı o şekilde sıkıntıya sokuyor. Budizmin sicilini bozan bir dramatik ve tarihin bukalemun doğasını çağrıştıran savrulma da bunun göstergelerinden birisidir.
Yeryüzünde tarihsel anlamda sicil bozukluğu yaşamayan; savrulmaları hasar görmeden atlatan bir inanış kaldığını sanmıyorum. Sicil bozan savrulmalar karşısında, metinler üzerinden aklama ya da savunma geliştirmek çok yaygın bir yaklaşımdır. Bu yaygın yaklaşımın çok nâfile olduğunu; bu naif yaklaşımda ısrar edilmesinin ise anlamlı olmadığını düşünüyorum. Çok özel örtüşme dönemleri hâriç; ilâhiyatın tarihi; tarihin ise ilâhiyatı bağlayabildiği görülmüş değil. Son katliamlarla ilgili olarak Budizmin samimî yandaşlarını, özellikle de o dînin inceliklerine sâdık otoritelerini dînlersek; duruma çok üzüldüklerini, Budizmin aslında karıncayı bile incitmeyen bir yaklaşıma sahip olduğunu; yapılan müessif yanlışların asla Budizm'e mâl edilemeyeceğini söyleyecekleridir. Bu teolojik –metinsel bir savunmadır ve elbette ki 'kendi içinde'; ama sadece 'kendi içinde' tutarlıdır. Sıkıntı zaten metinlerde değildir ki! Sıkıntı onun 'bağlamları' (context) ve yorumlarındadır. Bağlamın; hız egemen olduğu bir dünyada savrulmadan , metinlerle tutarlı eylemelerde bulunmak; ya da yorumlarla metinleri örtüştürmek her zaman ya da daha önceleri olduğundan daha zor. (Şart olan eğitim de sorunu çözmüyor). Böylesi hız egemen dünyada tarihsel sorumluluk gütmenin de önü kapanıyor; fırsatçılığın kapıları ise ardına kadar açılıyor. Hıza uygunluk sağlayıp onun hortumlarına teslim olmak, sorumluluk yüklenmekten daha kolay. Gerekircilikle başlayıp, göreceliliğe; oradan da olumsallığa savrulmak derde deva olmuyor; sadece dertlenmeyi sağlayan sorumluluğu sona erdirip, tek tezâhürü 'happenings' karşısında ahlanmak ve vahlanmak olan bir alıklığı yaygınlaştırıyor. Bu alıklık ise daha sonra alışkanlıklar ve umarsamazlıkta nasır tutuyor. Bilmem bu nasırdan nasıl kurtulacağız?

S. Seyfi Öğün - 26.07.2012

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Günler anları silerken...


Anlatacak pek bir şeyimiz yok; ama garip şey, konuşacak çok şeyimiz var, hem de çok! Hiç durmadan konuşuyor, tartışıyoruz. Bir meseleyi halletmek, bir anlaşmazlığı anlaşmaya bağlamak derdinde değiliz. Biz böyle çatışık, karışık, yapışık seviyoruz her şeyi... Çözmeyi değil düğümlemeyi... Aslında biraz da kaçınılmaz bu kargaşa. Çünkü hepimiz bilirkişi, hepimiz bilge, hepimiz duyarlı, hepimiz üstün, hepimiz etik manyağıyız! Yeri gelince acayip çıkıntıyız, yeri gelince süt dökmüş kedi... Ne olmamız gerekiyorsa icabında oyuz en kıyağından. En idealist, en hayalperest, en maceracı, en delikanlı, en hürriyet kahramanı, en postal solucanı... Paramız yok, borsada yaprak kıpırdasa tüylerimiz ayağa fırlar. Tek kuruş koymayız kıyıya, ağlarız döviz tavan yaptı diye. İkinci el otomobilin, lebiderya dairenin, ganyanda garantili tiyonun, türlü çeşitli ihalenin, tıkalı yolun, kapalı havanın, seğiren gözün haberi bizde, para başkasında bir tek! Yani bildiğimiz hayat başkasının hayatı, bilmediğimiz hayat bizim! Aşklarımız ya ekranda binbir gece, ya bedava kontörle yazılmış kısa mesaj... Duygularımız tişört üstlerinde sıvaşık birkaç slogan... Okuduğumuz dört satır varsa, üç buçuğu dedikodu... Aydın geçinenimiz tank kenarında simit tezgâhı peşinde. Cahil geçinenimiz, sorsan Aynştayn'ın bölge bayii. Herkes hukuku kendine istiyor, adaletin hatırını soran yok. Zengini altına cip çekerken müreffeh, çalışanını kapıya koyarken krizde... Fakirinin ayranı yok içmeye, cebinde fotoğraf çeken, bir tıkla dünyaya bağlanan, iç çeken, slogan atan, halı yıkayan milyarlık cep zımbırtısı... Çocuklar sınavdan kursa, kurstan okula sersemlemiş yarış atı, anne babalar gözü dönmüş kariyer zaptiyesi... Kültür desen sektör, sanat desen piyasa, edebiyat desen üfürükten fiyaka... Spor desen kavga gürültü, sporcu desen epeyce kirlenmiş görüntü... Gençler gençliklerini bozdurup harcıyor, yaşlılar sığıntı gibi kenar köşede. Çalışan mesai adında bir uyuşturucuya müptela, çalışmayan ekonominin başına bela... Diyorlar ki piyasalar fena halde krizde, iyi ama ne geziyor bunca para silkelenmiş kerizde? Aslı şu, şirketler kendi aralarında top gezdiriyor, vatandaş yedekten girer miyim diye kulübede karizmayı çizdiriyor. Durumu çok parlak değil sokaktaki adamın, ama yine de gözyaşları televizyondaki dramanın. Biz gülmeyi seviyoruz daha ziyade ağlanacak halimize, böyleyken böyle kim acısın halimize!


Uzatmayalım, kafiyelere de kapılmayalım. Çünkü günler günleri kovalıyor, yıllar yılları... Bizim hikâyemizin hikayesizliği gittikçe katmerleniyor. Üstelik kahramanlarının da görünüşe göre bir şikayeti yok. Hayat koskoca bir outlet center, giriyoruz, çıkıyoruz, kapışıyoruz ne kadar ucuzluk varsa. Konuşuyoruz, tartışıyoruz, ardı ardına ekleyip kulağımıza küpe yapıyoruz ne kadar ucuzluk varsa. En çok okunan, en çok dinlenen, en çok sevilen, en çok kapışılan, en çok beğenilen kim? Ne kadar ucuzluk varsa!


Hayat içini bir mana ile doldurabildiğimiz anlardan ibaretmiş, kime ne? En yaldızlı yalanlara bulanarak tutuşturuluyor elimize dünyanın kiri... Ha ha ha! Hi hi hi! Kakara! Kikiri!


Gökhan Özcan - 20.04.2009

7 Haziran 2012 Perşembe

Sağlaması olmayan düşünüşlere bir gönderme

Gerçekliğin yeniden üretimi şu ya da bu derecede ona sadakatsizlikle tecelli ediyor. Hayatın sûretlerini, örneklerini lunaparklarda gördüğümüz, içinde çeşitli türlerdeki boy aynalarının yer aldığı galerilerde seyrediyoruz. Kim demiş aynalar yalan söylemez diye? Bir tanesi- düz ayna- hariç, aynalar düpedüz yalan söyler. Hatta düz ayna dışında kalan cümle aynalar, içbükeyi ile dış bükeyi ile – işbu yalanları kıvırmak için tasarlanmıştır.
Gerçeğe sadakatsizliğin kötü bir şey olduğunu imâ etmiyorum. İnsanlığımızın kıvama erdiği noktalar gerçekliği, aslından farklı olarak yeniden üretmemizle ilişkili. Yerkürede "yeniden üretim" sadece insana mahsustur. Sorun, bunun nasıl olacağı ile ilişkilidir. Yeniden üretimi istersek çok kaba bir abartıya, istersek çok ince bir ayara kavuşturabiliriz.
Kaba abartılar, artık-değerin ve ondan türeyen iktidar ilişkilerinin tarihinden doğuyor. Çok kolay bir biçimde ihtişam sergilemeye dayalı bir gösteriş etkisi kazanıyor. Unutmamak gerekir ki, tarihsel olarak burası Roma toprağıdır ve Kayzerler bu işlerde ölçüyü daima kaçırmıştır. Gösteriş etkisi, öz ile biçim arasında kıvam tutturamamakla alâkalıdır. Kolay olan kısa bir sürede, en fazla kişiyi iktidarlardan yana büyüleyecek işleri usta zanaatkârlara ya da sanatkârlara yaptırmaktır. Ebatları zorlayan ve şişiren güdü de budur. Başta mâbedler olmak üzere her türlü âbidat bu ebad şarhoşluğu ile imâr edilir.
Paganlığın bu tür şişmelere çok dayanıksız; hatta çok açık bir tarafı vardır. Çünkü paganlık her şeyi dünyevî ölçekte bir karşılığa oturtur; tanrıları insanlaştırır; insanları ise tanrılaştırır. Eğer iktidarların temsil süreçlerinde destek paganlıktan geliyorsa vay hâlimize. Nitekim Akhenaton'a inat, sarsılmayan ve Tutankamun'da iyice kökleşen Mısır paganlığı; devâsa piramitler ya da sfenkslerde dile gelen yapı anlayışıyla işbu ebad sarhoşluğunu yansıtır.
Zor olan, Konfüçyüs'ün seçkinleşmenin anahtarı olarak sunduğu; öz ve biçim; zarf ile mazruf arasındaki kıvamı tutturabilmektir. Bunun alâmeti de ebadlardaki şişmeyi denetim altına alabilmektir. O da ancak dünyevîlikten sıyrılıp kozmik ölçülerle tutarlı düşünerek "had bilmeyi" öğrenmekle bağlantılıdır. Çünkü kozmik ölçüler bu dünyaya sığmaz. Kozmik ölçülerden haberdâr olmanın insana yapacağı en önemli katkı, hiç değilse bir yerden sonra abartılarını gözden geçirme ve onları ironinin tornalarında işleme yeteneğidir. Artık örnekleri iyice seyrelen ârifler, ehl-keyif adamlardır. Çünkü en önemli özelikleri sahip oldukları dünyevî ölçülerin sağlamalarını kozmik ölçülerde yapabilmeleridir.
Modernlik, şu ya da bu biçimde paganlığın canlandırılması; daha da önemlisi her zaman olduğundan daha fazla etkinleştirilmesidir. Nitekim Viktorya dönemi burjuva kültürü, Tanrıyı bile kişiselleştirmiş ve dünyevîleştirmiştir. Tanrı eğer insanın vicdânına uygun bir büyüklükteyse ve insan onu taşıyabiliyorsa; bunun iki muhtemel sonucundan ilki Tanrının kişiselleşmesi; ikincisi ise insanın Tanrısallaştırılmasıdır. Sonuçta ikisi de aynı kapıya çıkıyor. Yeni paganlık, hayatımızın her alanına girmiş ve alelâdeleşmiştir. Paganlığın yegâne alternatifi olan ve bize yeniden kozmik ölçüleri kazandıran İbrahimî inanışların modern pratikleri de ma'alesef bundan kendisini kurtaramıyor.
Ebad şişmelerinde ortaya çıktığı üzere modern insanın çarpık geometrisinde korkular fetişleri, fetişler ise korkuları emziriyor. Modern insanın geometrisi yükseklik korkusu ile yükseklik tutkusunun birleşmesinde çarpılıyor. Günlük hayattan, iktisadîyâta; siyasetten, kültüre ve mekân oluşturmalara kadar, bu çarpık geometrinin izlerini her alanda sürmek mümkündür. Büyümek, yükselmek, yücelmek , kalıcılık, kalkınmacılık, dayanıklılık, uzun yaşamak gibi bir çok sayıda modern ve postmodern fetiş zihnimizi sömürgeleştirmiş durumda.
Mahâret, en büyüğünü, en yukarıya yapmak değil; eğer mümkünse küçüğü büyütmek ve büyüğü küçültebilmektir. Şehr-i İstanbul'un yedi tepesine yedi mâbedi eşsiz bir biçimde konumlandıranlar, bu imar işlerini emperyal ihtişam duygularını tatmin etmek- ya da tarihe çakmak için(!)- değil, tarihin kendilerine sunduğu büyüklüğü kozmik ölçüler karşısında ıslah etmek ve dengeye getirmek için yaptılar.

S. Seyfi Öğün - 07.06.2012

20 Nisan 2012 Cuma

İki kere iki

İki kere iki dört; yaşam değildir beyler, ölümdür... İki kere iki dört, küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer olan, iki kere ikinin beş etmesidir.  

DOSTOYEVSKİ (Yeraltından Notlar)

13 Nisan 2012 Cuma

Ne yapmamalıyız?


İnsan eyleyen bir varlık. Eylemlerimiz (yapıp etmelerimiz) "tabiata" ve "dünyaya" da'ir. Tabiatı dünyasallaştırıyoruz. Yani tabiattan dünyalar türetiyoruz. Bunu da denetim altına aldığımız doğadan türettiğimiz ve maddî tarafımızı ortaya koyan aletlerimizle yapıyoruz.
Bizim eylemelerimiz çok azıyla insiyakî, çok daha fazlasıyla da düşünümseldir. Zihin dünyamız sürekli bir soruyu yeniden, yeniden üretir: Ne yapmalıyız?
Geleneksel insanın zihin dünyasında da bu soru elbette sorulur. Ama etkisi modern insanın zihninde olup bitenden hayli farklıdır. Kendi kendisine "Ne yapmalıyım?" diye soran geleneksel insan, cevapları kutsal metinlerin, geçmiş tecrübelerin, örf ve adetlerin içinden çıkarırdı. Yâni, sorduğu soruların kendisinden çok önce sorulmuş olduğunun ve en iyi şekilde cevaplandığından emin olarak sorardı sorularını. Ne telâşlanır; ne de aceleye getirir.
Modern ile geleneksel arasındaki en esaslı farklılıklardan birisi de , "Ne yapmalıyım?" sorusunu karşılayış tarzıdır. Modern, bu soruyu endişeyle sorar. Çünkü sorunun hazır bir cevabının olmadığı; varsa bile yetersiz, işe yaramaz olduğuna inanılır. Dolayısıyla "Ne yapmalıyım?" sorusu en hafifinden keşif, en ağırından icât gerektiren, kimileri için heyecan verici, kimileri için ise ürkütücü bir sorudur. Bildik cevapların tavan arasına atıldığı bir dünyada "Ne yapmalı?" sorusu sadece endişe değil; durumlardan vazifeler türeten keskin bir âciliyet hissi ile de karşılanır.
Modern kavrayışların kâhir ekseriyeti, eylemek ile eylememek arasına kalın ve sızdırmaz sınırlar çeker. Eylememek, tembelliği, sorumsuzluğu ve etkinsizliği çağrıştıran; telâşlı modern dünyadaki en büyük etik kusurlardan birisidir. Böyle olduğu için de lânetlenmiştir. Modern insan eyleme konusundaki mutandan iddialarından belli olur.
Bu mutandan iddialar, iddialı eylemeler doğurmuş; iddialı eylemeler ise insanlara ağır faturalar ödetmiştir. Burada kastedilen selâmetçi siyasal eylemlerin bedelleri değil. Oraya kadar gitmeye hiç gerek yok. Meselâ üretim gibi çok daha mâsum görünen bir kavramı alalım. Kadim dünyada üretim teknolojisi tabiatin verdiklerinden optimal bir fayda kaldırmaya ucu ucuna yeten ; mekanik tarafı ağır basan bir teknikti. Üretim itibarıyla "Ne yapmalı?" sorusuna verilen cevap da, genel olarak mekanik ilkelerle uyumlu akıl yürütmelerle yine geleneğin içinden çıkarılırdı. Modern insanın ise Heidegger'in yapmış olduğu ayırım itibarıyla teknolojisi vardır ve kompleks ilkelere doğru evrilen ve artık anlaşılmaz olan bu teknolojinin düzeyi bu soruyu karşılayacaktır. Teknoloji elbette ki tekniğe baskın olan bir kavramdır. Aradaki fark insanın maddî dünyasına, giderek manevî dünyasına yabancılaşmasının faturalarını kabartır. İç yapısından sadece az sayıda uzmanın haberdar olduğu ; belki de hiçbirisinin tek başına da bilemeyeceği, bir teknolojik dünya bizi sarıp sarmalıyor. Böyle bir dünyada, üzerinde sadece teknokratik seçkinlerin, çok özelleşmiş bir dil üzerinden akıl ve fikir yürütebileceği "Ne yapmalı?" sorusu, aşağıya doğru "Nasıl yapmalı?" sorusuna dönüşüyor. Yani, çoğu kez farkına varmasak da sorunun kulvarı değişiyor. Bu kayma yabancılaşmanın göstergesidir. Yabancılaşmayı doğuran açık, bilgi tekelleri ile tüketimin kitleselleşmesi arasında ortaya çıkıyor. Bilgi toplumu olarak yaldızlanan olgu aslında reel olarak ve her türlü yüzeyselliğiyle bir know-how toplumudur. Know-how toplumu tüketimin kuşatıcılığıyla, üretimin tekelciliği arasına sıkışmıştır. Tarihsel takıntımız olan fünûnculuktan vazgeçemeyip Know-how toplumunun bir parçası olmak ve sofistike kullanım dilleri ile yetinmek istiyorsak mesele yoktur. Eğer mesele var diyorsak açığı kapatacak yegâne yol, Yunus'un ödünsüz "miskinlik" yoludur. Bugün "Ne yapmamalı?" sorusu "Ne yapmalı?" sorusundan çok daha mühimdir. 

S. Seyfi Öğün - 26.03.2012

29 Mart 2012 Perşembe

Toprağa küsenlerin dünyası

Son yarım yüzyıllık Türkiye tarihinin en mühim gelişmesi insanlarının toprağa küsmesidir. Aşağı yukarı bin yıllık bir bağın yarım yüzyılda kopması, sorunu ayrıca da dramatik kılıyor.
Bu memleket insanlarının toprak küskünlüğünün kültürel faturasının ne olacağı konusunda en ılımlı akıl yürütmeler bile insanın içini ürpertmeye yetiyor. Bir kere herkes bunun farkında. Yer yer serzenişler, yazıklanmalar, şikayetler duyuluyor. Ama bu duygular tutarlı ve anlamlı bir yüzleşmeye dönüştürülmedikten sonra hükümsüzdür. Daha önemlisi bu konudaki yüzleşme ertelenirse , daha pek çok şey de hükümsüz kalacaktır. Mesela inanç hayatı.. Ayağı toprağa değmeyen, bir bitkinin nasıl yetiştiğine tanıklık etmemiş kuşaklara insanoğlunun topraktan yaratılmış olduğunu, topraktan geldiğini ve toprağa gideceğini nasıl anlatırsınız?
Bu yüzleşmenin tutarlı ve anlamlı olduğuna ikna olmak için, toprak üzerinden geliştirilen eğretilemelerin toptan tasfiye edildiğine şahitlik etmek gerekir. Çünkü ilk göze çarpan husus, bu ülkede toprak-insan bağının, yüceltildiği yerde kopartılmasıdır. Modern Türkiye Cumhuriyeti (Rousseau'nun tonlamalarıyla) neo-paganist yorumları seferber eden bir köylü ideolojisi üzerine kurulmuştu. Bu kültürel iklimde pagan efsanelerle kurgulanan hayâlî bir köylülüğün, saflaştırılmış ideal-tiplemeleri sarar her bir yanı. Kötü olan yoz şehir(li)ler, erdemli olan toprak ve köylülerdir. Çoğu kez kendisini kötü edebiyatlar olarak açığa vuran sözkonusu romantikleştirmeler, aslında memurin seçkinlerin teb'asını aşağılamasını örten güzellemelerdir. İş adam yerine konmaya geldiğinde, ince belli köy dilberlerinin, Herkül kılıklı gürbüz köy yiğitlerinin anlatıldığı bu güzellemelere işten el çektirilir; köylülerin niçin öldürülmesi gerektiği konusunda ahkâm kesen, kusurlu basenlerin, fırça görmemiş çürük dişlerin ya da hamam görmemiş bedenlerin ağır kokusunun tasvir edildiği gerçekçi bir edebiyat türer. Ama son tahlilde gerçekçilik ile abartı arasında bizâtihî edebiyat iğdiş olur.
Siyaset düzeyinde ise, neo-pagan suretleri sevilen ama şehirlerde arz-ı endam etmesi istenmeyen köylüleri , köylerinde tutup mûteber şehirlilere lâyık kılacak makbul bir dönüşüme uğratmak isteyen C.H.P' nin karşısına; Sünnî taşra ortalamalarını esas alan başka bir tür köylücülükle D.P çıkar. Bu gelişmeyle birlikte siyasal kültür çadırının direkleri rabtedilmiş olur.
Adına ister köylü-şehirli; ister eski şehirli-yeni şehirli kavgası; isterse daha akademik olarak "merkez-çevre" çatışması diyelim; süreç devam ediyor. Kavgalar, bir yerden sonra gözümde kayıkçı kavgası kadar bile anlamlı değil. Hele hele, nüfusun kâhir ekseriyetinin başta İstanbul olmak üzere tüketimin azgınlaştığı şehirlere yığıldığı, daha mühimi, kasabaların ve köylerin bile şehirleştiği bir Türkiye'de şehirli-taşralı ayırımı üzerinden yaşanan gerilimler olsa olsa kayıkçı kavgası hükmündedir. Bu ülkenin insanlarının yaşamak istediği hayat üzerine hangi morfolojik kavgalar yapılırsa yapılsın; hangi plâstik stil oyunlarıyla başka başka imişcesine gösterilmek istensin; aslında, toprağa küskünlükte paydaş olan tek tip hayattan söz ediyoruzdur. C.H.P'-nin neo-pagan köylücülüğü ile D.P'nin taşra Sünni taşra ortalamalarıyla yürüttüğü alternatif bir köylücülük arasında zerre kadar fark yoktur. Her iki gelenek ve bu geleneklerden birisiyle iş tutarak var olmayı hüner haline getirmiş nesiller, bin yıllık toprak-insan bağının tasfiyesinde eş derecelerde sorumludur. Bu ülkede uğruna yaşamayı hak eden bir hakikât, ancak bu bağın yeniden kurulabildiği noktada ışıyacak.

S. Seyfi Öğün - 29.03.2012

23 Mart 2012 Cuma

Mabet içinde mabet, bu nasıl muhabbet?

Son haftalarda birkaç kere mail kutuma düşen bir serzeniş var. Efendim, neden bazı alışveriş merkezlerinde mescit yokmuş? Her şey varmış da niye mescit yokmuş?
"Yeryüzü bana mescit kılındı" Hadis-i Şerifi müsaadesince farzları ve şartlarına uymak kaydıyla her yerde namaz kılabiliriz. Bu çölün ortası olabileceği gibi bir alışveriş merkezinin bodrum katı da olabilir, bir gökdelenin çatısı da...
Fakat alışveriş merkezlerinde mescit iste(t)meyi bir küçük düş(ür)me olarak görüyorum. Bu isteği işiten kapital sahipleri bıyık altından gülüyorlardır herhalde deri koltuklarına gerinerek tüttürdükleri purolu dudaklarıyla.
'Cami yok, bari bodrum katta bir oda verin, siz yukarıda paraya taparken biz de o izbe yerlerde ibadet ediyor gibi gözükelim film veya alışveriş arasında' anlamı var biraz.
Düşünsenize, sinemaya gittiğinde film arasında koşarak bodrum kattaki mescitte namazını eda eden genç, sizce izlediği kısmı tahlil mi ediyordur, yoksa olabilecekler hakkında tahmin mi yürütüyordur?
Alışveriş arasında namaza inen amcamız, sizce eşinin aldığı lüzumsuz şeylere esef mi ediyordur, yoksa kredi kartının taşmak üzere olan limitini mi düşünüyordur?
Ya hanım teyzemiz... O da, 'ne zaman vitrinlere bakmaktan geçip biraz daha alışveriş yapabileceğim' diye düşünüyor olabilir mi rutubet kokan o yerde?
Unutmayalım: İnsan namaz kılar, namaz insanı insan kılar. İnsan kalabiliyorsak kıldığımız namazlardan emin olabiliriz ancak, değilse her şey faso fiso...
Kapitalizmin mabetleri olan bu yerler şehir yapılanmasında hayatın merkezine oturmaya başladı maalesef. Cami merkezli Müslüman şehir anlayışından, AVM merkezli seküler kent planlamasına geçildiğinden beri hayli zaman oldu.
Bir keresinde adres sorduğumuz bir kişi, yolu meyhaneye göre tarif etmişti. Az ileride başka birine sorduğumuzda ise cami merkezli bir tarif almıştık. Kimin hayatında ne varsa konuşmaları, davranışları, adres tarifleri vs ona göre şekillenir. Bir şehirde alışveriş merkezi kaynak gösterilerek adres tarif ediliyorsa artık o insanlar için şehrin merkezi orasıdır.
Adamlar hayatımızın merkezine kazık çakmış, biz hâlâ, 'içinde bize niye yer yok' diye dilekçe sunuyoruz! Yusuf Genç' in dediği gibi; 'kurulmuş masaya oturmak yerine, yeni ve bize ait bir masa kurmamız lazım.'
Üzülmeyelim... Aslında, neredeyse aradığınız, aramadığınız her şeyi bulabileceğiniz AVM'lerde sadece mescit unutulmamış! Aman siz dışarı çıkmayın diye her şey içeri sokulmuş da, onlara göre ihtiyaç olmayan bazı şeyler es geçilmiş. Çağdaş mühendis ve mimarların unuttukları(!) bir şeyler de yok değil.
AVM'lerde duvar saati yoktur. Gözünüze çarpar da saatin geçtiğini görerek alışverişten olursunuz maazallah diye saat asılmaz duvarlara.
AVM'lerde pencere yoktur. İçerinin ışık seviyesi sabittir. Bu şekilde günün döndüğünü anlayamazsınız. Siz hafif müzik eşliğinde alışverişinizi yaparken belki birisi arar da, o zaman anlarsınız akşam olduğunu...
AVM'lerde yeterli sayıda oturak yoktur. Sizi sürekli ayakta tutarak dolaşmaya teşvik eder, bu sayede alışverişinize zeval gelmemiş olur! Oturmak isterseniz az sayıdaki oturakları bir avcı edasıyla kollamanız veya yemek satan yerlerde atıştırmanız gerekir. Bu da bir alışveriştir ve kazanan yine kapitalizm olur.
'Mescit' tabelası da yoktur. (Bazen 'praying room' diye rastlayabilirsiniz.) Çok istediğiniz mescitlerin yerini ancak bilenler bilir. Sora sora Bağdat bulunur ya, sorarsınız ve bulursunuz. Buna benzer; Van havalimanında çok güzel, nezih bir mescit bulunmasına rağmen sizi oraya götürecek bir tek tabela bulamazsınız. Abdestinizi lavabodan almanız da cabası... Bunun gibi bazı hastanelerde de güzel mescitler bulunmasına rağmen oralarda da tabela kıtlığı baş göstermektedir.
Alışveriş merkezleri planlanırken mescide yer ayrıldığını düşünmüyorum. Her ihtimale karşı boş bırakılan birkaç odadan en uygun olanı mescit yapılmıştır kanaatindeyim.
Artık, dükkânını biraz genişleten esnaf, tabelasına 'AVM' eklemeyi ihmal etmiyor. Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, hayatımızı istila eden bu yerler hakkında yaptığı açıklamada: "AVM'lerin tekerlekleri mi var da şehir dışına taşıyalım" dedi. Bu talihsiz açıklamaya bir şey demeyip geçiyoruz.
AVM'ler kasıtlı olarak şişirilmiş kentlerde lüzum olarak görülse de kültürümüzü yozlaştırmaları bakımından zulüm oldukları da bir gerçektir.
Siz hiçbir AVM'de damla sakızı veya yün satan bir dükkân gördünüz mü, bu meyanda hammadde satan bir yer de yoktur. 'Siz uğraşmayın, bizde örülmüşü var' denir hanımlara.
AVM yöneticilerine bir önerimiz de yok değil: Bodrum katlara gizlediğiniz mescitlerin önünde kredi kartına taksitle hacı yağı, mis, misvak, mest falan satsanız ya, ne de olsa piyasası var bu işin!
İlla mescit, illa mescit diye serzenişte bulunanlara da son sözümüz: Allah'a kul olmazsan, kula köle olursun.
  
Mustafa Zahid Ergün - 11.02.2010

27 Şubat 2012 Pazartesi

Normandiyafobi

Normal olamama korkusuna psikolojide normandiyafobi denir. Psikologlar kişilerin bunu yenebilmeleri için onlara şu geleneksel testi uygular: Hastanın kafasına elektrotlar bağlanır ve hasta herhangi bir kargo şubesine sokulur. Adamın beyninden, şubenin bir kenarında duran dev elektronik tartıda tartılmak için dayanılmaz istek sinyalleri geliyorsa ona “Korkuya mahal yok, son derece normal bir insansınız” denilir. Akabinde hasta serbest bırakılır.

7 Şubat 2012 Salı

Assange nereye koşuyor?

Geçenlerde Assange'in The Simpsons filminde rol alacağı duyuruldu.Mübarek olsun. Bu artık Wikileaks'in hükmü bitti demektir. O günlerde dünyayı sarsan belgeler artık yok hükmündedir. Daha beteri; bu haber dünyada siyasal eylemin de sonuna gelinmiş olduğuna işaret etmektedir. Bugün siyasal eylem özellikle muhalefet etmek eklemlenmenin yolunu ifade ediyor. Muhalefet ettiğimiz dünyaya muhalefet ettiğimiz nispette eklemleniyoruz.
Bilgi kuramı ve metodolojisi itibarıyla modernlik alabildiğine analitiktir. Bugün analitik dünyamız buharlaşıyor. Analitik ayrımların, hele karşıtlıkların anlamı kalmadı. Artık ne "öz"dür ne "biçim" bilemiyoruz. Bizlere ontolojik anlamda tutunum sağlayacak merkezilik ya da öncelikler yok. Bir olay (event)örgüsü bile kalmadı. Bunun yerini anlık, yakıcı izlenimler (happening)aldı.
Analitik düşüncenin ahlaki kodlarını verdiğini düşündüğüm Kant'cı özerklik düşüncesi de buharlaştı. Artık insanın kendisini gerçekleştirmesinden söz edilmiyor. Birey amacını (telos) kaybetti.İnsan bugün dönüşebildiği kadar ya da kendisinden başka ne olabiliyorsa o kadar vardır artık. Woody Allen'ın harika tiplemesi üzerinden olursam dünya bir ZELİG dünyadır.
Nevzuhur meslekler ağında savrulmayı ifade eden bir kariyerizimdir ZELİG dünyanın yegane makbul etkinliğidir. Bu ağda sosyolog B.Turner'in sözünü ettiği "bireysiler"arz-ı endam eder. Artık varoluş, eylemeler üzerinden değil performanslar üzerindendir. Artık eylem (action)mümkün gözükmüyor. Ya da mümkün olan biricik eylem;performanstır.
Performans,eylemde savrulmanın karşılığıdır. Performanslar dünyasında temsil eden ile temsil edilen arasındaki ayrım ortadan kalkmıştır. Düşünür Baudrillard'ın dediği gibi simülasyon bile anlamını kaybetmiştir.
Performanslar projelerin ürünü gibi sunuluyor. Postmodern bir oligarşi bu. Maaşallah herkes üstün yeteneklerle donanmış bir ekipbaşı (lider)Üstün zekası ve yetenekleriyle proje geliştiriyor, daha az yeteneklilerden oluşan ekibi ona yardımcı fiiller üzerinden lojistik destek sağlıyor. Postmodern oligarkların gözünde kalanlar ise bu projeye destek vermesi zorunlu olan saf guruhlar. Bu kadar laftan sonra projeyi çok derin bir şey sanmayın. Artık proje sahibi olmak bile tür performansdır.
Eylemin yerini alan performans Brecht'in üzerine titrediği mesafe kavramını aşıyor ve "epik eşik" kırılıyor. Bu aslında dolaylı olarak teatral durumun yıkımıdır. Bunun yerini hiper gerçeklik yaratan metot oyunculuğu alıyor. Performansın başarısını da bürünülen rollerle özdeşleştirme izleniminin ne kadar verilebildiği tayin etmektedir. Bu dünyada Brecht yenilmiş Stanislavski kazanmıştır.Teatral gerçeklik tiyatro-dünya (Theatrum mundi) düşünümde bulunma eleştiri geliştirme imkanlarını ifade eder. Tiyatro dünya elyevm mevcut değildir. Artık aktör yok,oyun oynayan insanın (homo ludens) yeni bir türü olan performans sahibi var.
Performanslar bizleri Frankfurt okulunun üzerinde çok durduğu fantazmagorik dünyaya bağlıyor. Tiyatro dünyanın yerini alan da budur. Fantazmagorik dünya içine çekilirken eleştiri gücünü kaybettiğimiz; zihnen ve ruhen parçası olduğumuz bir dünya. Çok şenlikli olduğu tartışma götürmüyor. Fantazmagorik dünyada her şey hızla paraleline düşüyor ve bir başka şeye dönüşüyor.
Fantazmagorik dünya alabildiğine kültüreldir. Onun prizmasından geçen her şey kültürelleşmek zorundadır. Politik ekonomiler ya da ekonomi politik bu prizmadan geçiyor; Ekonomik İnsan (homo economicus) ya da Siyasal Hayvan (Zoon Politikon) , Kültürel İnsana (Homo Culturalis) evrilir.
İyi de bütün bunlar neden oluyor? Marks'ın ünlü tezini hatırlamak lazım ; "Katı olan her şey buharlaşır. "İki tarihsel katılık; Siyaset ve ekonomi gaz haline geçiyor denebilir. Ama doğrusu ben bunun bir form değiştirmekten çok esneme ile ilişkili olduğunu düşünüyorum. Kültür, kara deliğinden geçirdiği her şeyi jölemsi ya da silikonvari bir kıvama erdiriyor.
Hasılı Assange'ın yaptığında hiçbir tuhaflık yok. Muhterem önce enformatik politik bir performans sundu; şimdi ise The Simpsons'daki performansına hazırlanıyor.

S. Seyfi Öğün - 02.02.2012

Denktaş, Lefter ve ölümler

İki gün önce toprağa verilen Lefter'in toprağı bol olsun. Dinince dinlensin. Dün son yolculuğuna uğurlanan ve bir dostumun tanımlamasıyla, dünyadaki son 'dava adamlarından' Denktaş'a gelince, Allah gani gani rahmet eylesin. Sözümüz kalanlara; kalanların bu ölümleri karşılayış tarzlarına..
Kapitalist modernlik entelektüel düzeyde bir birey övgüsü, hatta kültü geliştirmiştir. Ama inanmayalım. Çünkü önce üretim disiplininde, sonra da tüketim lümpenliğinde 'birey' en fazla örselenen değerdir. Önce üretim disiplini odağında otomatlaştırılarak ezilmiştir. Tüketim ise sanki insanı bu cendereden çıkarıp özgürleştirecekmiş gibi bir beklenti doğuruyor. Oysa onu, ister kitle, ister popüler kültür aracılığıyla, bireyselliğin örselendiği tüketim yarışına koşar ve tüketim cemaatlerine eklemlenmeye zorlamaktan başka bir şey yapmaz.
Kapitalist modernlik birey düşmanıdır. Birey olamamak ise kendi hayatını özerk tercihleriyle inşa edebilmekten uzak düşmektir. Modern insan, yalnızlığını bireyselleşme sandı. Bunun gerçeğiyle yüzleşince de, pagan geçmişinin iâde-i itibarını talep etti. Kendisine içinde dayanışma kadar her türlü itiş kakışın da kol gezdiği paganlığını kendisine iade edeceğine inandığı (post modern) kabîleler aradı. Buldu da: Üstelik envâi çeşidiyle. Tüketim dünyâsı bize işte bu afyonu veriyor. Tüketim afyondur. B.Turner onun içinde sadece sanrısal bir bireysileşmenin(individuation) mümkün olduğuna işâret etmekle haklıdır.
Üretim dünyasında sıkı bir mesâi disiplini içinde otomatlaşan bireylerin belki özel dünyaları oldu. Ama bu kazanım (!), mahremîyetlerin kaybedilmesi pahasına gerçekleşti. Modernlik tecrübesi içinde insanlığın varlık stokları dış bükey gerilmelere ve kasılmalara uğradı. Bunlar kamusallaşma, toplumsallaşma, özgürleşme , açık kültür vb kavramlarla güzellendirildi ve taçlandırıldı. Oysa olup biten düpedüz mahremîyet kaybıdır. Bu da, bireylerin gerek özyaşam düzeyinde; gerekse tarihsel olarak özneleşmesi önündeki en büyük engeldir.
Mahremîyetlerini ve elbette ki bireyselliklerini kaybeden insanlar, tek boyutlu (H. Marcuse), giderek plâzma (J. Baudrillard) varlıklara dönüşeceklerdir. Modernlik her şeyi alenîyete mahkûm ediyor. Modern ve post modern durumları sıfır toplamlı kılan da zaten budur. Üretimin kamusallaşmasıyla alenîyet patlama yaptı. Post modern tüketim ise geniş bir müşterileştirme ağı içinde bunu her türlü rasyonel iddiasından aşırtarak aşırılaştırdı. Bireyin sönümlenmesi alenîyete mahkûm, mahremîyetini; yâni derinliğini kaybetmiş hayatlardaki duygu kaybına eş değer bir olgudur. Bu, aynı zamanda S.Mestrovitc'in 'duygu-ötesi' olarak tanımladığı toplumsal duruma isâbet ediyor. Çünkü duygular mahremîyet deneyiminin içinde şekilleniyor. Bu kayboldu mu, duygular da aşılıyor.
Duygu kaybının telâfisi adına pagan köklerimize dönüyoruz zâten. Bu da otantik (kendinde) bir paganlıktan çok, plâstik (kendisi için) bir paganlıktır. Çünkü, ister üretim; ister tüketim üzerinden olsun, cümle hayat tecrübelerimiz, aslında bize âit olmayıp bize yakıştırılan hayatların tedarik zincirlerini, ya da lojistiğini başarma telaşesinden ibaret. Aslında çoğu kez başka hayatların taşeronuyuz. O kadar ki, bu taşeronlukta hayatlarımız kadar ölümlerimiz de bize ait olmaktan çıkıyor. Ölümler kamusallaştıkça, ister resmi, ister sivil düzeyde olsun, neo- pagan ayinler devreye giriyor. Plâzma varlıklarımız , bu ayinlerin dramaturjisinde ve koreografisinde geçici plâstik yoğunluklar yaşıyor. Hasılı, pagan esrikliklerle başka hayatları kendi hayatları gibi yaşayan insanların ölümleri karşılaması da her yeni tecrübede biraz daha tuhaflaşıyor?


Süleyman Seyfi Öğün - 19.01.2012

konuştuğun her kelime aleyhine delil olarak kullanılacaktır

konuştuğun her kelime aleyhine delil olarak kullanılacaktır
bak bunu biliyorum işte
polisiye bir filmde mi görmüştün
hayır, ahirette insanın aldığı nefes bile sorulacakmış. oradan biliyorum


Veysel Altuntaş

I upgraded from Boyfriend 5.0 to Husband 1.0…

Dear Tech Support,Last year I upgraded from Boyfriend 5.0 to Husband 1.0 and noticed a distinct slow down in overall system performance — Particularly in the flower and jewelry applications, which operated flawlessly under Boyfriend 5.0.In addition, Husband 1.0 uninstalled many other valuable programs, such as Romance 9.5 and Personal Attention 6.5 and then installed undesirable programs such as NFL 5.0, NBA 3.0, and Golf Clubs 4.1. Conversation 8.0 no longer runs, and Housecleaning 2.6 simply crashes the system. I’ve tried running Nagging 5.3 to fix these problems, but to no avail.What can I do?
Signed, Desperate

Dear Desperate:First keep in mind, Boyfriend 5.0 is an Entertainment Package, While Husband 1.0 is an Operating System.Please enter the command: “http: I Thought You Loved Me.HTML” and try to download Tears 6.2 and don’t forget to install the Guilt 3.0 update. If that application works as designed, Husband 1.0 should then automatically run the applications Jewelry 2.0 and Flowers 3.5.But remember, overuse of the above application can cause Husband 1.0 to default to Grumpy Silence 2.5, Happy Hour 7.0 or Beer 6.1.Beer 6.1 is a very bad program that will download the Snoring Loudly Beta.Whatever you do, DO NOT install Mother-in-law 1.0 (it runs a virus in the background that will eventually seize control of all your system resources). Also, do not attempt to reinstall the Boyfriend 5.0 program. These are unsupported applications and will crash Husband 1.0.In summary, Husband 1.0 is a great program, but it does have limited memory and cannot learn new applications quickly. You might consider buying additional software to improve memory and performance We recommend Food 3.0 and Hot Lingerie 7.7.
Good Luck,Tech Support

Yorgun Savaşçı

- Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?

- Nasıl mı?.. Basbayağı… Dış güçlerce yıkılır gider!

- Nasıl yıkılır, demiyorum… Nasıl tasfiye edilir?.. Bunun tekniği, hukuk bakımından nedir?

- Bilmem!.. Hiç düşünmedim!..

(…)

- Dinle, 1908’de, ittihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üçyüz seksenüç bin kilometrekare toprağa sahipti!..

- Yok canım!.. Var mıydı bu kadar?

- Hay hay!.. 1908’de Bosna – Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu… Sayıldığı için de nüfusumuz 43 milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan, yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dörtyüz yıllık hilâfetin bütün dünya Müslümanları üzerindeki mânevî haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras, Osmanlı’nın sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Andlaşmasının bütün oturumları ne kadar sürmüştür?

- Hayır!

- Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki anlaşmaları, buradaki incelikleri getir göz önüne. Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek dört milyon üçyüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yediyüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlardan bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usûllerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz.

- Ne yapabilirdik peki?.. 1923’lerde imparatorluğun bütün tarihî hakları silahla savunulur muydu?.. Nasıl güç yetirirdik bu kadar zorlu düşmanlara?..

- Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik… Sıra geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik… Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama, bize zorla da “bağışladık” dedirtemezlerdi. Diyelim ki bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hattâ işkenceyle bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar, kişiler arasında da, toplumlar arasında da, bütün tarih boyunca geçerli sayılmamıştır. İlk fırsatta böyle bir imza reddedilir, işkencecinin yakasına sarılınır. Yoksa, bu durumda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde “Megalo İdea”dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihî istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Nitekim Anadolu’da yenildikleri halde, Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı başardılar; sanki biz yenilmişiz gibi… Böyledir, milletlerin millî kurtuluş amaçlarına varmaları… Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, - ki gerçek kurtuluş budur- veya haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!.. Bu da bir kurtuluştur ama, öyle pek öğünülecek, kaşınılacak cinsten sayılmaz. Hele rejim değişimlerinin tarihî haklardan vazgeçmekle hiçbir alâkası olamaz. Sözgelişi, Bolşevikler, Çarlık imparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim Fransa Cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu “rejim değiştirdik” bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar.

- Aklım karıştı Münür amca… Mümkün olur muydu bir şeyler koparmak?

- Mümkün olsun olmasın, isteyeceksin!.. Çünkü vazgeçmeye, bağışlamaya hakkın yok!.. Babanın malı değil!.. Her fırsatta isterdik, dengine düşerse alırdık!.. Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika, başka türlü olurdu: Tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz… Anadolu-Yunan savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Millî Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu – Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Bir düşünsene… Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan Savaşına “Kurtuluş Savaşı” demek… Bu savaşa –hâşâ- İstiklâl Savaşı da denemez!.. Çünkü biz hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik. Hattâ doğrusu istenirse, 1920-23 arasında bizim bir değil, iki devletimiz vardı.

(…)

- Siz Cumhuriyet çocukları, “Gözümüzü zaferde açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmayınca, Batıya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin, Gazeteci Murat!.. İşini ona göre tutasın!..

Büyül Mal

"[...] işte bu yakup cemil bey akşam yemeğinden sonra beni çekti tenhaya… ‘beri bak sülük bey, seni sordum soruşturdum, gayet yiğit olduğunu öğrendim. kulağını aç iyi dinle, gözünü aç, çünkü uyuklamanin sırasi değildir. padişah fermanı ve de enver paşamızın emridir. ermeninin ingilizle ve de moskofla sözü bir ettiği anlaşıldı. bunların niyeti ingiliz alttan, moskof üstten vurup osmanlıyı kötületip sürüp geldiklerinde ‘bre urun’ diyerekten bir gece apansız müslümana saldırıp bizi bire kadar doğramaktır. bu sebeple hükümatımız bunlara ’sür emri’ çıkaracaktır. hükümat kısmı hükümat olduğundan ancak sür emri çıkarabilip “vur emri” çıkaramamaktadır. gerisi burda sizin gibi yiğit türklere ve de dini bütün müslümanlara kalmıştır. bunlar arabistana doğru sürülecektir. hükümatımızın zaptiyesi savaş sebebiyle gayet azdır. çogu çaptan düşmüş kocalardır. vatan düşmanlarının yolda şuraya buraya dağılmasi ihtimali vardır. ayrıca dağdaki ermeninin gelip vurup kurtarmaya çabalaması hartada yazılıdır. milis gücü kursanız, yetersiz zaptiyeyi destekleseniz gerektir. allaha şükür çorum’umuzda boğaz kıtlığına kıran girmemiştir. sıklık boğazımız, hışır boğazımız, harami boğazımız, hele de kırkdilim boğazımız gibi boğazlarımız vardır. bunlar girilmesi kolay çıkılması zor boğazlardır. hükümat kısmının sürgün zagonunu kendiniz bilmez değilsiniz. “malı senin, canı senin, ırzı bile senin, bir kemiği benim, o da meydanda kalirsa” hesabıdır. ben seni gayet yiğit gördüm ve gayet temiz türk oğlu türk ve de dini bütün müslüman oğlu müslüman gördüm. savaşa girmeyen ve de gavur kırmayan gaziliği elde edebilemez. ne mutlu sizlere ki, hükümatımızın sürgün zagonu yetişmekle gaziliği cebe indirmektesiniz. göreyim seni, dünyanin yüzünden ermeni adını silesin, bu dunyada padisahimizin gayret nişanını göğsüne takınıp salınasın ve de öte dünyada cennetin baş köşesindeki gaziler köşküne yanlayıp keyfine bakasın…”

Hediye!

Dün bir alışveriş merkezindeydim.
Bir mağazadan ötekine koşturuluyor; bir kez bakılan şeylere az sonra dönüp bir daha bakılıyor ama bir türlü karar verilemiyordu.
Yüksek bir yerin üzerine çıkıp "Ey dostlar, bu koşuşturma niçin?" diye sormak istedim.
Ama ne gerek vardı ki! Cevabın bir an bile duraksamadan bir ağızdan geleceği belliydi: "Sevdiklerimizi sevindirmek için!"
Yılbaşı hediyesi seçip almak peşindeydiler çünkü!
İyi de yüzlerindeki bu bezginlik, bu sıkıntı, hatta bu endişe neyin nesiydi peki?
***
Bayram, yılbaşı, doğum günü, yıldönümü falan derken...

Perakende sektörünün iştahı ve gelişmiş pazarlama teknikleriyle otomatiğe bağlandık.

Hediye vermenin en güzel ve anlamlı yanı bunu takvimsiz, hesapsız, kitapsızbiçimde bunu istemek ve hediyeyi içinden geldiği gibi seçmek değil midir?
Teoride, evet!
Ama pratikte böyle bir hediye anlayışı tarihe karışmak üzere...
Şimdi sistem bize "hediye alınacak, al!" diye komut veriyor ve biz müthiş bir telaşla mağazalara dağılıyoruz.
Yalan mı?
***

Sevdiklerimizi sevindirmek için kendimizi alabildiğine gerdiğimiz bu noktaya nasıl geldik?
Hani nerede "çam sakızı çoban armağanı"na; "yarım elma, gönül alma"lara değer verenler?
Hani hediye verip almak muhabbetimizi artıracaktı?
Oysa itiraf edin ki, hediye konusunda sessiz hayal kırıklıklarımız sevinç çığlıklarımızı bastırmaya başladı.
Nasıl oldu da niyetin güzelliğini unutup hediyenin "ilginç"liğine takılır hale geldik?
Neyse...
Bu noktaları daha fazla kurcalayıp ağız tadınızı kaçırmaktan yana değilim.
Ama eminim, yitmeye yüz tutmuş değerleri tekrar canlandıracak bir yol vardır.
***

Nedir o yol?
Birincisi..
Veren elin ağırlığını hediyenin üzerinden mümkün olabildiğince çekmektir.
Unutmamalı ki, "parayı bastırdım, değeri tartışılmayacak bir hediye aldım" mantığı alttan alta "aldım, verdim, ben seni yendim" dünyasına gönderme yapar!
İkincisi...
Bazı psikologların şu önerisine kulak vermek olacaktır: Hediyenizin dili olsaydı ne anlatırdı?
Hediye paketine konulan küçük karta yazacaklarınızdan daha fazlasıdır bu!
Unutmamalı ki, gerçek bir hediye sevgiden, sevinçten konuşur. Bazen de içten bir teşekkürdür ya da özür!

TV'ye dair

Milyonlarca insan gerçekte sadece televizyon seyretmek için yaşıyor olmasın sakın! Eve dönüp dizi izlemek, kanaldan kanala zaplamak ve ekran karşısında uyuklayabilmek için çalışıyor, oradan oraya koşturuyoruz ve kimse bu gerçeği kendine itiraf etmeye yanaşmıyor.

H.B.

Tutunamayanlar'dan

-beşinci şarkı-

mısra 542: ....tunç devri

kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilimadamlarımızın kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir altın devir olacaktır. bir kısım ilahiyatçılara göre bu devir, isa'nın ikinci gelişi'yle aynı zamana rastlayacaktır.

tunç devrinde insanlarımız arasında, birinci sınıf vatandaş, ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım ortadan kalkacaktır.
umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.

şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. bozuk para bulunduracaklardır.

köylüler, en kalın elbiseleriyle, güneş altında çömelerek saatlerce devlet kapılarında beklemeyeceklerdir.

apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir.

kalabalık caddelerde oyuncak satan esmer adam, kemer satan ve olduğundan yirmi yaş fazla gösteren adam ve küçük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhanelerde fıstık satan gözlüklü genç adam ve gene meyhanelerde kasap oyunu oynayarak hayatını kazanan koço ve artık yaşlandığı için rakı isteyince şarap getiren garson tanaş, bu zavallı durumlardan kurtularılacaktır.

herkes istediği mesleği seçecektir. ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır.

delilerle alay edilmeyecektir. mahalle çocukları böylelerinin peşine takılmayacaktır.

para kazanmayanlara serseri denilmeyecektir.

babalar, kızlarını her çeşit insanlara vereceklerdir.

sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir.

çocuklar, masallarla ve allah'ın verdiği cezalarla korkutulmayacaktır.

taşradan gelenler, şehirde doğmaktan başka meziyetleri olmayanlar tarafından hor görülmeyecektir.

kurnazlık ortadan kalkacaktır. bu konuda sıkı tedbirler alınacaktır.

yüreğinizi ezen bu sıkıntı, başınızdaki bu ağırlık kalkacaktır.

o zaman bin yıllık saltanat başlayacaktır. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha, bin yıl daha..."