13 Şubat 2014 Perşembe

Tasarruf dünyâmız (3)

Türkiye'de sermâyenin kültürel târihi doğru düzgün ele alınmış bir konu değildir. Ama devletle verimsiz ilişkiler kurarak varolmaya alışmış sermâyenin kahir ekseriyetinin taşradan kopup geldiğini, kültürel görgü itibarıyla şehir târihinden fazlaca nasibini almadığını biliyoruz. Bu, Türkiye'de sermâye birikiminin kültürel târihinde, New Haven ya da Chicago tarzı seçkinleşme (gentrification) olgusunun eksikliğine işâret ediyor. İlk kuşak sermâye sâhiplerinin tutumluluğu benimsediklerini ve önerdiklerini biliyoruz. Ama bunu kültürel-moral anlamda temellendiren, dolayısıyla sürekli kılacak bir dünyâ görüşünün eksikliği dikkât çekicidir. Onların sonraki kuşaklara tutumluluk tavsiyelerinin büyük ölçüde yoksulluğun ne olduğunu iyi bilmelerinden kaynakladığını düşünüyorum. (Ah o savaş yılları!). Ama bu, nihâyetinde onların tecrübeleri olarak kalacak; varlık içinde doğmuş olana bir sonraki kuşak bu tavsiyeleri sâdece bir masal olarak dinleyeceklerdir.

Öte yandan ilk kuşak birikimciler, girişimlerinde orta sınıf desteğini ağırlıklı olarak mühendislerden aldılar. Ama orta sınıfların entelektüel dünyâsı ile köprü kurmadılar. Bunu gereksiz, anlamsız, hatta tehlikeli buldular.(Kabûl; Soğuk Savaş'ın propaganda iklimi de bunu zehirledi).
Sermâyenin kültürel târihindeki bu girişimci-orta sınıf kopukluğu, sâdelik, tutumluluk görgüsünün, bürokratik –profesyonel orta sınıflarla sınırlı kalmasına yol açtı. Eti budu yerinde her vilayetin seçkin, okumuş, meslek sâhibi olmuş bir orta sınıf dünyâsı vardı: Doktorlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler çekirdek âileler halinde kendi püritan dünyâlarında yaşıyordu. Çocuklarından beklentileri; kendilerini her anlamda aşmalarıydı. Ama bunun standartlarını daha iyi eğitim; kamusal faydası daha yüksek işler olarak tanımlıyorlardı. Standartları, daha kolay, daha bol kazançlar ve daha fazla tüketim olarak gören yoktu. Evropa'ya, daha az olarak da Amerika'ya gidenler de bunlardan çıkıyordu. Bunların dönüşte beraberlerinde getirdikleri malzemeler önemlidir. Tüketim târihimizin izi büyük hayranlığa konu olan ecnebî mallarla kurulan ilişkilerde sürülmelidir. Ama daha beteri NATO'ya girmemizin ardından Türkiye'ye gelen Amerikan askerlerinin, dönerken sattığı kullanılmış mallara (iç çamaşırları dâhil) gösterilen ilgidir.
Kanaatkârlık, ya da sâde hayât erdemi karşılığını daha çok taşrada buluyordu. Necip Fazıl, Fikret Adil gibilerin üzerine yazdıkları bohemlik, avangardlık, dekadanlık Türkiye'de şehirlerde yer buluyor; ama taşraya suret-i kat'iyede sızamıyordu. Taşraya özgü kanaatkârlık, esnaf-tarikat bağı üzerinden yetişen güçlü kanaat önderlerinin (meselâ çok önemli bulduğum çarşı ehli) telkinleriyle, kuşaktan kuşağa aktarılarak on yıllarca devam etti.
Türkiye'de zâten çok da başarılı götürülemeyen Keynesgil siyasetlerin özellikle 1973 Petrol Krizinden sonra gevşediğini ve terk edildiğini biliyoruz. Bunun yerini 'rantiye-şantiye' işleri, ya da daha beteri üretim yerine finansal işler aldı. Bunlar, sermâyenin günümüzde de devam eden lümpenleşmesine delâlet eder. Lümpenleşme sermâyenin kültürel târihini biraz daha çarpıtacaktır. İkinci kuşaklar; hele hele yeni plütokrasinin püritan bir dünyâsı elbette ki olmayacaktı. Bunların kültürel dünyâsı çok kolay bir şekilde dekadanlıkla birleşti. Çok az âile, bu dekadanlığı dert edinmiş ve kendilerini kültürel işlere adayarak seçkinleşmeye(gentrification) çalışmıştır. Kâhir ekseriyet ise kendilerini consumptionstadt'ın sefâhatına kaptırdılar; kaptırmaya devam ediyorlar.
Çok daha dramatik olan, orta sınıfların çözülmesidir. Eski tüfekler kolejli, mülkiyeli 68'li evlâtlarıyla gurur duydular. 78'liler ise daha az şehirli, daha çok taşralıydı. İşler buraya kadar iyi gitti. Ama sonuçta hemen hepsi dönüştü. 68'li ve 78'lilerin kültürel dönüşümü es geçilecek bir dönüşüm değildir. Demek ki, diğerkâmcılığın, yoksulluk ve erdem edebiyatlarının içine ne kadar çok şey saklanıp, biriktirilebiliyormuş. Zekileri kolej kazanan, zeki olmayanları ise paralı okullarda okuyan; kış mevsiminde cumartesi buluşup, toplu halde sinemaya gidip ecnebî filmler izleyen; yaz gecelerinde yakan top oynayıp masum flörtler yaşayan, tâtillerde Marmara sayfiyelerini dolduran doktor mühendis, avukat çocuklarından ne kaldı geriye? Mezkûr dönüşüm 88'lileri ve sonradan gelenleri her açıdan sâhipsiz bıraktı. Onlara söylenecek söz yoktur.
Nihayet en dipte taşra da çözüldü. Bugün taşrayı kültürel olarak tüketimde geri kalmış olma kompleksi yönetiyor. Bu da 1.sınıf tüketici olabilme hırsını doğuruyor. Bir zamanlar en fazla direnen, bugün en kolay çözülen durumunda. Ne hazin...
Harcamaya alışmış memleket ahâlisi tasarrufa geçeceklermiş... Göreceğiz...