28 Aralık 2009 Pazartesi

Hayattan ne öğrendim?

Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki... “Hayattan ne öğrendiniz?”
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

16.06.2008


17 Aralık 2009 Perşembe

Liberalizm Son

Liberalizmle ilgili eleştirilerimin sonuna gelmiş bulunuyorum. Amacım kimseyi incitmek değil, Müslüman zihnin içine girdiği teşevvüş haline vuzuh kazandırmaktır. Bu yüzden bana cevap yazanlara isimlerini zikrederek cevap verme yolunu tercih etmedim.

Mesele kolayca şahsileşebilir, amacından sapmış bir polemiğe dönüşebilirdi.

Tabii ki burada İslam ülkelerinin fakirliğini tartışıyor değiliz. Liberalizmin temel felsefi varsayımlarından ve süren uygulamalarından hareketle insan, toplum ve canlı hayata olan ağır maliyetine dikkat çekmek istiyoruz.

İslam dünyasının yoksulluk sorunu olduğu doğrudur. Eğer Müslümanlar tarihte "ülkeleri zenginleştiren liberalizm"e geçiş yapmadığı için "bu durumdadırlar" denmek isteniyorsa, bu temelden yanlıştır. Çünkü 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar dünyanın en zengin beşeri havzası İslam dünyasıydı. Ve bu zenginlik, İslam'ın doğru iktisadi ve sosyal politikalara dayanak kılınması sayesinde gerçekleşmişti. İslam, büyük medeniyetler kurdu. Emevi-Abbasi, Hint-Moğol, Safevi, Eyyubi-Memluk, Endülüs, Selçuklu-Osmanlı... Bu bölgelerin tamamı İslam'dan önce, saray baskıları, derebeylerin esareti, yaygın yoksulluk ve cehalet içinde yüzüyordu.

Hicri 99'da halife olan Ömer b. Abdülaziz, bir sene içinde halkın refah seviyesini yükseltti, zenginler zekatlarını vermek üzere Şam'dan Afrika'ya gitmek zorunda kaldılar. "Bunu nasıl başardın?" diye soranlara şu cevabı vermişti: "Rabb'imizle ilişkilerimizi düzelttik." Allah ile ilişkileri düzeltmek özgürlük de getirir, refah ve güvenlik de. Yani refah ve medeniyet İslam'la mümkündür.

İslam, Emevilerden Osmanlılara kadar üç kıtaya refah, özgürlük ve adalet getirirken liberal filozoflar henüz doğmamışlardı.

"Batı'daki zenginlik"le "İslam dünyasındaki yoksulluk" arasında bağ varsa, bu liberalizmle izah edilemez. Birinin zenginliği diğerinin yoksulluğuna yol açıyor. Bugün Müslüman ülkelerin zenginliğinden anlaşılan Batı tipi ve Batı'nın empoze ettiği kalkınma (gelişme, modernleşme, ilerleme) modelleri ise bu asla gerçekleşmeyecek. Tam aksine bu, Batı'yı devamlı zengin, Müslüman ülkeleri yoksul tutacaktır. Çünkü bu modellerin hedefi Batı'yı avantajlı ve zengin, İslam dünyasını yoksul ve bağımlı tutmaktır.

Liberalizm, "güdüleriyle hareket eden insan"ı (homo economicus) yüceltir ve bu insana yönelen her türden baskı ve denetime karşı çıkar. İnsanın güdüleri nefs-i emmarenin istek ve tutkularıdır. Tam da bütün dinlerin ve özellikle İslam'ın en çok mücadele ettiği yıkıcı istek ve tutkulardır bunlar. Güdülerin kontrolsüz olarak sınırsız sermaye biriktirdiği ve tüketimi kamçıladığı bir dünya, nihilist ve materyalist bir dünyadır; yeryüzünde eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve çatışmaların körüklendiği bir cehennemdir.

Belirtmek gerekir ki, liberalizmi eleştirmek a) Özgürlüğe karşı olmak, b) Faşizme, komünizme veya devletin ekonomik ve sosyal hayata mutlak müdahalesini savunmak, c) İnsana ve topluma karşı devleti yüceltmek demek değildir.

Bizim eleştirimizin anlamı, Türkiye ve İslam dünyası için liberalizmin bir felsefi değerinin ve süblime edilen politikalarının dertlerimize çare olamayacağını anlatmaya çalışmaktır. Bu toprakların insanları dinleri ve tarihlerinin zengin miraslarına yaslanarak daha özgür, daha derin ve kapsamlı bir felsefeye, tefekkür ve irfana sahiptirler; sosyal, politik ve ekonomik sorunlarını bu kaynakların ışığında çözebilirler.

Liberalizm elbette bazı gerçeklikleri ve faydaları içinde barındırır. Ama bizim için bir paket, zaruri bir felsefe olamaz, yerine göre "bir yöntem ve teknik" olabilir ancak: 1) Dini, fikri ve siyasi alanda liberallerle beraber ve herkes için eksiksiz özgürlüğü savunuyoruz. 2) İktisadi alanda kısmen liberaliz. Orta sınıflar için tam liberal; yoksul ve zayıflar için koruyucu; serveti tekelleştirmek isteyen zenginler için önleyici politikalar takip edilmelidir. 3) Ahlaki alanda kontrolsüz serbestlik veya sınırsız özgürlük olamaz

31 Ekim 2009


Liberallere 9 Soru

Liberal yazarlara 9 sorumuz var. Sakin bir üslup, analitik bir dille cevaplarını bekleriz:

1) Serbest piyasa fetişizminin hüküm sürdüğü bugünün dünyasında devletler ekonomiye ne kadar müdahil? Zenginleri zengin kılan piyasa mı, başka şeyler mi? Mesela liberal ekonominin uygulandığı Amerika ve İngiltere'nin zenginliğinin arkasında liberal sınıfın başarıları, zekâsı, dahiyane fikirleri, ahlaki çabası mı var, yoksa bu devletlerin dünyada çıkarttıkları savaşlar mı? Son 200 senede patlak veren 500 savaşın yüzde 95'i ya Batı'da veya Batılıların kışkırtması ve organizasyonudur. Hepimizin gözü önünde Irak'ın petrollerine el koydular. İngiltere sömürgecilikten sonra tarihinin en iyi dönemini Tony Blair zamanında yaşadı. Dindar, sol tandanslı ve tabii ki serbest piyasa yanlısı Blair, diğer işgalcilerle Iraklıların 2 trilyon dolarlık petrollerine el koymasaydı, İngiliz ekonomisi düzelir miydi?

2) Amerikan ekonomisinin omurgasını teşkil eden silah şirketlerinin ürettiği silahlar serbest piyasanın arz-talep yasasına göre mi alınıp satılıyor?

3) Amerika ve diğer zenginler, madem serbest piyasaya inanıyorlar, neden mesela başka ülkelere kota uyguluyorlar?

4) Altyapı (köprü, yol vs.) için halktan vergi toplanıyor. Pekiyi, köprüden benim sağladığım fayda ile büyük bir holdingin sağladığı fayda aynı mı? Türkiye 700 bin kişilik bir ordu besliyor. Ordu bizi ve tabii kişi olarak canımı ve malımı bir dış saldırıya karşı koruyor. Benim mal varlığımla büyük bir holding sahibinin mal varlığı aynı mı? Büyük sermaye ile halkın kamu bütçesine katkıları kıstas alındığında, sıradan insanların altyapı tesisleri ve savunmayı finanse ederlerken, onlardan aynı oranlarda yararlanmadıkları görülür. Türkiye'de vergilerin % 70'inin dolaylı vergilerle halktan toplanması yeterince açıklayıcı. Bütçenin teşekkülünde ve harcanmasında külfet ile nimet arasında eşitlik ve adalet var mı? Külfet ortak ve toplumsal, nimet şahsi ve bireysel diyen liberalizm bu konuda bize ne diyor?

5) "Demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi" arasındaki ilişkiler olumlu mu, sorunlu mu? Pratikte ikisi el ele yürümüyor, çoğu zaman çatışıyorlar. Demokraside bireyin ifade özgürlüğü temel şart; ancak firmalarda bireyin özgürlüğünden bahsetmek mümkün mü? Aksine olağanüstü bir disiplin ve hiyerarşi esastır. Örneğin Japonlar ve şimdi Çinliler firmalarda askerî bir sistem uyguluyorlar.

6) Hangi ulus devlet; adalette, ulusal savunmada, eğitimde, iletişimde bireysel özgürlükleri referans alıyor? Amerika ve İngiltere'de milyonlar yürüdü, hükümetlerini Irak işgalinden vazgeçirebildiler mi?

7) Demokratik söylem bireyi hedefler; liberal ekonomide ise birey eşyaya dönüşmüş durumdadır. Demokrasinin idealize ettiği birey ile serbest piyasa ortamında bireyin içinde bulunduğu durum aynı mı? İnsan, standartlara uygun başarı, maharet, mesleki formasyon, eğitim ve fiziksel özelliklere sahip değilse, piyasanın nazarında hiçbir şeydir. Liberal bir ülkede işini kaybetmek bir insanın başına gelebilecek en büyük felakettir. Çünkü sadece işini kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda çevresini, statüsünü, üye olduğu kulübü de kaybediyor.

8) Demokrasi eşitliği, eşit oy hakkını savunurken liberalizm tabiatı gereği eşitsizlik üzerinde yürür. Piyasanın telaffuz edilmeyen yasaları sosyal Darwinizm'e dayanır, güçlü olanlar güçsüzleri tasfiye etmiyor mu, bu ne kadar ahlaki? Aslolan rekabetse, çoğu zaman rekabet öldürücü değil mi?

9) Muhammed İkbal'in dediği gibi: "Bir ördek dedi ki: Hızır divanından bir ferman çıktı, bundan sonra bütün sular serbesttir. Timsah ona cevap verdi: Unutma ki benim için de serbesttir." Mantıki sonuçlarına göre liberalleştirilmiş piyasa timsahlarla kazların serbest yüzdüğü sular, kurtlarla kuzuların serbest gezdiği çayır, tilkilerle tavukların serbest tutulduğu kümes demektir. Her defasında timsahların kazları, kurtların kuzuları, tilkilerin tavukları yuttuğu denetimsiz liberal bir demokraside eşit oy hakkının ne anlamı olabilir?

21 Ekim 2009


Türkiye Japonya Olsun Mu?

Japonya, dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkelerin başında yer alır. Osmanlı ve Rusya ile beraber modern tarihe adım atmakla beraber, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bugünkü gelişmeyi yakaladı.

Japonların, dünyanın bilim ve teknoloji tarihine yaptıkları önemli bir katkıları yoktur; Batı'da icat edilmiş bir teknolojik ürünü alır minimize ederler ve kitlesel tüketime sunarlar. Şeylerin özünü taklit etmekte gelişmiş bir yeteneğe sahiptirler. Bir zamanlar Japon kalkınması Türkiye'de çok tartışıldı. Shintoizm'in 'protestanlık' yönünde geçirdiği algı değişimi ve Samurayların ticarete girişi, aşkınlaştırılmış ritüellerin iş disiplinine uygulanması gibi faktörlerin, "Japon kalkınması"nda itici rol oynadığı söylendi. Durum öyle değil. Bu sayılanların tabii ki kendi ölçeklerinde rolleri var, ama bu "etkileyici roller"dir, asıl "belirleyici faktör" Amerika'nın siyasal ve stratejik tercihleridir. Kısaca Japonların ekonomik ve teknolojik yönden sıçrama yapmalarını sağlayan Amerika'dan başkası değildir:

1) İkinci Dünya Savaşı'nda ABD, Japonlara silah bıraktırmak için Hiroşima ve Nagasaki'ye atom bombası attı, yüz binlerce masum sivilin ölmesine sebebiyet verdi. Savaş bittikten sonra, sayısız Amerikalı, kendini Japonlara karşı bir tür suçlu hissetti. Ve nasıl Batı, blok halinde Nazi soykırımından dolayı bugün İsrail her ne yapıyorsa sesini çıkarmıyorsa, Amerikalılar da kendilerini Japonlara karşı borçlu hissettiler, onlara muazzam ekonomik ve teknolojik imkân ve fırsatlar sundular.

2) Bunun yanında siyasî-stratejik başka bir faktör de söz konusuydu: Başlayan Soğuk Savaş konsepti içinde Asya neredeyse bir bütün olarak Sovyet-Rus ve Çin komünizmine karşı savunmasız durumdaydı. Sonradan açıkça gözlendiği üzere bazı yerler, (mesela Vietnam, Kamboçya ve K.Kore) kolayca bu etki alanına girebiliyordu. ABD, Rusya ve Çin'in yayılmasını önlemek üzere yerkürenin Doğu ucunu mevzi seçip tahkim etti. Japonya, "yeni gelişme dinamiği"yle komünist yayılmayı engelleyen bir rol oynadı.

3) Dahası, kapitalist sistem ve tüketim alışkanlıklarının kadim medeniyetler içinde gözünü açmış olan Asyalı insana empoze edilmesi için "tüketimin demokratizasyonu" adı altında bir doktrin çerçevesinde Japonlara misyon yüklendi. Bu sayede kapitalist üretim teknikleri yanında tüketim alışkanlıkları ve kültürü Asya'da yaygınlaştırıldı. Geç başlamakla beraber Çin ve Hindistan'ı bu sürece dahil eden önemli amillerden Japon usulü tüketim ve refah arzusudur.

Bana sorarsanız, bütün bunlar Japonların lehine değil, aleyhine oldu. Ne Shintoizm kaldı ne Güneş tanrısı. Aile parçalandı, Japonlar derin bir tüketim ve refah nihilizmi içinde yuvarlanıp gidiyor. "Kendi gelenek ve kültürlerini koruyarak kalkınan ülke: Japonya" efsanesine bizim sağcılarımız bile itibar etmiyor.

ABD, yeni dönemde Asya'nın batısında, yani Ön Asya'da "ikinci bir Japonya" yaratmak istiyor. Bu da Türkiye'den başkası değil. Yeni düzenin temel taşları döşenirken;

a) Enerji kaynakları ve enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlayacak,

b) Ortadoğu'da Batı kampının mevcut avantajlarını ve üstünlüğünü korumak üzere kaba güçle, yani silahla değil de "yumuşak güç"le bir dizi reformlar gerçekleştirecek,

c) Büyük sistemin içinde kalarak bölgesel entegrasyonu gerçekleştirecek,

d) Yeni küresel düzene paradigma dışından meydan okuyacak olanları ehlileştirip denetim altına alacak bölgesel aktör veya aktörlere ihtiyaç hissediyor.

Bunun için öncelikle gözünü Türkiye'ye dikmiş durumda. Diplomatik, politik ve finans desteği yanında bölgesel çalışma rahatlığı sağlıyor. Aslında Ortadoğu zaten bu yönde reform geçirmek zorunda. Ama ortada ciddi bir soru var: Japonya gibi sonradan kendimiz olmaktan çıkma pahasına bu sürece evet mi diyelim, yoksa kendimiz kalarak ve bölge halklarıyla kader birliği yapıp kendi reformlarımızı kendimiz mi yapalım? Ne dersiniz!

20 Ekim 2009


4 Aralık 2009 Cuma

Kısa Kısa

  • Herkesin "Posta" gazetesi okuduğu bir toplum mu, yoksa kimsenin gazete okumadığı bir toplum mu? İkincisini tercih ederim.
  • Ugg giyen kızdan daha itici bir şey varsa ugg giyen erkektir. Bugün metroda bunu da gördüm.
  • Trainspotting'in tiyatro oyunu Semaver Kumpanya tarafından yeniden gösterimde. Bana eşlik edecek birisi olsa ne güzel olur.

13 Ekim 2009 Salı

Bakmadan Yazabilmek

Erkek kardeş okula başlayınca bütün ev haliyle ona yoğunlaşmış durumda. Çantalar alındı, kitaplar fiyakalı bir şekilde kaplandı, kıyafete uygun ayakkabı dahi alındı.

Artık her akşam bir ödev ritüeli yaşanıyor. Allahtan okul öncesi gitmiş olduğu 2 yıllık anaokulu süreci bu ödevlerin yapımı konusunda ne onu ne de bizi fazla zorluyor.

Eğitim sisteminin de zamanla epey değiştiğini kardeş vasıtasıyla fark edebildim. Artık klasikleşmiş "Ali ata bak" fişleri ile okuma öğretilmiyor. Heceler üzerinden gidilerek okuma öğretmek amaçlanmış durumda. El yazısı da standart kabul ediliyor.

Dün akşam yine böyle bir ödev ritüelinde, hayatımın son zamanlarında yaşadığım en komik anlarını geçirdim. Hatta bu satırlar klavyemden çıkarken yüzümde gülümsemeler oluşuyor.

Kardeşin öğretmeni, yeni öğrettiği 2 hece için öğrencilerine evinizde "bakmadan" deftere 2 sayfa yazın demiş. Defterin üst köşesine de "ezbere" diye not düşmüş velilere.

Akşama ben bu ödevi yapamıyorum diyen bir kardeş ile karşılaştım. Oysa ödevi görünce rahatlıkla yapabileceğini biliyordum. "Bakmadan/Ezbere" yapacağı ilk ödevdi belki ama altyapısı zorlanmasına neden olmayacak kadar iyiydi. Aksine benden yardım istiyordu.

-Sen bana aşağı in yukarı çık de, o şekilde yapayım

Bu cümlelere bir türlü anlam veremiyordum. Kardeş de gittikçe ısrarcı davranıyordu. Zorla ikna ettikten sonra bir parça yazıp yanımıza geldi. Yapabildiğini söyleyince bayağı sevinmişti.

Bir süre sonra yine aynı yakarışlar başladı. Bakmadan yapamazmış bu ödevi. Biraz üstüne gidince gerçek ortaya çıktı. Yazmaya başla bakalım neden yapamayacaksın görelim dedik. Kardeş yazmaya başladı. Ancak gözleri deftere değil tavana bakıyordu :)

İşte o an son zamanların en dolu, en içten kahkahalarını atmaya başladım. Ama kardeşi üzdük tabii. Bunun karşılığını da bu akşam eve gelince "sen bana dün akşam güldün, şimdi seni döveyim de gör" dayağı ile aldık.

10 Eylül 2009 Perşembe

Sel Dağı

Bütün doğal afetler, her ne kadar çözümü alınsa da, insan kaderinden kaçamayacağından toplumu derin yaralarla etkileyecektir. Modern İstanbul'un en büyük felaketi '99 yılında deprem ile yaşanmıştı. İçinde bulunduğumuz haftada da yoğun Eylül yağmurları sel afeti ile yüz yüze getirdi bizleri. Başta alınacak önlemler ile belki daha az zarar görebilirdik bu afetten. Ancak bir şeyi daha suratımıza çarptı bu afet. Biz her ne kadar binalarımızı, yollarımızı modernize etsek te sorun onlarda değil, sorun insanlarımızda. Yangından mal kaçırırcasına selden arta kalan sahipsiz malları yağmalayan zihniyet toplumdan silinmediği sürece daha büyük felaketler bizi bekleyecektir. Bir insanı bunu yapmaya zorlayan sosyolojik travmayı öğrenmek istiyorum. Toplum olarak nereye gidiyoruz sorusu hep kafamda canlanıyor. Artık kimsenin kimseye saygısının kalmadığı, önceliği "ben" olduğu egoist bir toplum olmanın eşiğindeyiz. O eşiği geçmeden kendimize çeki düzen vermenin yolu var mıdır? Eğer yoksa böyle bir toplumda bozulmadan yaşamanın bir yolu var mıdır? Eşik geçilmek üzere ve ben 2. yolun ucunu görebilmiş değilim.

7 Eylül 2009 Pazartesi

On Living

Genco Erkal'ın sesinden dinlemek zevklidir ama Oktay Kaynarca "damardan" okumuştur bu şiiri.

i


living is no joke,
you must live with great seriousness
like a squirrel for example,
i mean expecting nothing except and beyond living,
i mean living must be your whole occupation.

you must take living seriously,
i mean to such an extent that,
for example your arms are tied from your back, your back is on the wall,
or in a laboratory with your white shirt, with your huge eye glasses,
you must be able to die for people,
even for people you have never seen,
although nobody forced you to do this,
although you know that
living is the most real, most beautiful thing.

i mean you must take living so seriously that,
even when you are seventy, you must plant olive trees,
not because you think they will be left to your children,
because you don't believe in death although you are afraid of it
because, i mean, life weighs heavier.

ii

suppose we're very sick, in need of surgery,
i mean, there is the possibility that
we will never get up from the white table.
although it is impossible not to feel the grief of passing away somewhat too soon
we will still laugh at the funny joke being told,
we will look out of the window to see if it's raining,
or we will wait impatiently
for the latest news from agencies.

suppose, for something worth fighting for,
suppose we are on the battlefield.
over there, in the first attack, on the first day
we may fall on the ground on our face.
we will know this with a somewhat strange grudge,
but we will still wonder like crazy
the result of the war that will possibly last for years.

suppose we are in the jail,
age is close to fifty,
supose there are still eighteen years until the iron door will open.
still, we will live with the outer world,
with the people, animals, fights and winds
i mean, with the outer world beyond the walls.

i mean, however and wherever we are
we must live as if there is no death...

iii

this earth will cool down,
a star among all the stars,
one of the tiniest,
i mean a grain of glitter in the blue velvet,
i mean this huge world of ours.

this earth will cool down one day,
not even like a pile of ice
or like a dead cloud,
it will roll like an empty walnut
in the pure endless darkness.

you must feel the pain of this now,
you must feel the grief right now.
you must love this world so much
to be able to say 'i lived'...

Top 100 List

Daily Telegraph yayımlamış. Ortak olduğum pek çok madde var.

Top 100 most annoying things:

1. Chavs

2. People driving close behind you

3. People who smell

4. People who eat with their mouth open

5. Rude shop assistants

6. Foreign call centres

7. Stepping in dog poo

8. People who cough and do not cover their mouths

9. Slow internet connections

10. Poor customer service

11. Dog owners that don't clean up after their dog

12. Noisy Eaters

13. Cold-callers

14. Door-to-door salesman

15. Stubbing your toe

16. Bullying

17. Computer crashing losing work you've spent three hours doing

18. People who talk loudly on their mobile phones

19. Spam email

20. The nation's obsession with Z-list celebrities

21. Leaving a tissue in a pocket and putting it in a washing machine

22. Driving slow in the fast lane

23. Adverts in between programmes

24. Toilets you have to pay for

25. The nation's obsession with the Katie & Peter split saga

26. People reading over your shoulder

27. People that park in disabled bays when they're not disabled

28. Brownnosers

29. People who complain about their weight yet make no effort to exercise or eat properly

30. People jumping the queue at the bar

31. Junk mail

32. Tailgaters

33. Big Brother

34. Muggers

35. MPs' expenses

36. Stepping in chewing gum

37. Pricey train fares

38. People who walk painfully slowly on the street

39. Noisy neighbours

40. People who sniff and don't use a tissue

41. Sweating

42. Binge drinking culture

43. Feeling bloated

44. The recession

45. Delays at the airport

46. Automated phone systems

47. Smoking

48. Road rage

49. People that have their mobile turned off when you really need to get in contact with them

50. Running out of toilet roll

51. Coverage of Michael Jackson's death

52. Reality TV

53. Flies

54. Finding a flat tyre

55. Parking costs

56. Bossiness

57. Rubbish opening times to doctors, dentists

58. When your washing machine breaks down

59. Politicians

60. Paper cuts

61. Buses not arriving on time

62. Singers who mime

63. People who can't park properly

64. Over packaged kids toys

65. Diarrhoea

66. Constipation

67. Text message speak

68. Bad hair days

69. Getting something in your eye

70. The hot water running out when you're running a bath

71. People who drive in the middle lane of motorways

72. People who mumble

73. Slow traffic lights

74. Cashiers giving you your change on top of a receipt

75. Cramp

76. Reading about Brad Pitt/Jennifer Aniston saga

77. Unpredictable weather

78. Cars blocking pedestrian crossings

79. Adult acne

80. People who are not polite in emails

81. Yo-yo dieting celebs

82. Trying to find the end of the sticking tape or toilet roll

83. Pimped up cars

84. Traffic wardens

85. Losing your passport

86. Running out of petrol

87. Burning your toast

88. Sunburn

89. iPhone obsessives

90. Celebrity fitness DVDs

91. People addicted to watching soaps

92. Breaking a nail

93. Bankers

94. PDA (public displays of affection)

95. Under performance

96. Someone altering your seat height at work

97. People who don't remove their shoes in the house

98. Children at weddings

99. Hot weather when you're not on holiday

100. Sports commentary

4 Eylül 2009 Cuma

Efrasiyab'ın Hikayeleri

"İhsan Oktay Anar harika bir hikaye anlatıcıdır." Henüz okuyamadığım tek kitabını da bitirdikten sonra onun hakkındaki bu düşüncem iyice perçinlendi. Bir bütünün içine yerleştirilmiş küçük hikayelerden oluşuyor kitap. Her öyküde Anar'ın tarzına ait göndermeler, sentezler mevcut. Superman'i , Kırmızı Başlıklı Kız'ı Anadolu'ya getiriyor Anar. Cezzar Dede ile Ölüm'ün Uzun İhsan'ı bulmak için dolaştıkları mahallenin de Cennet'in katları olması kitabın zirvesidir kanımca.

24 Haziran 2009 Çarşamba

Pilav Günü

Bloga yazmayalı uzun bir süre olmuş. Bunu telafi etmek amacıyla geç de olsa haftasonu etkinliğinden bahsedeyim.

Her ne kadar haberini son 2 gün kala öğrensem de pazar günü için bir programım olmadığı için mezun olduğum lisenin geleneksel pilav gününde idim. Geleneksel lafı aldatıcı olmasın. Pek köklü bir lise olmadığı için henüz 3. sü yapılabildi bu pilav gününün. İlk ikisine çeşitli bahaneler -haberdar olmama ve askerlik- nedeniyle katılamamıştım. Ancak bu sene facebookta görünce bu etkinliği eski günlerin özlemiyle de koşa koşa gittim. Giderken katılımın çok yoğun olmayacağı kanısında idim. Öyle de oldu. Okulun ilk mezunları olan 2002 devresinden pek katılım olmamıştı. Sanırım bundaki temel etken bizim yaş grubumuzun hayatının dönüm noktasında olması diye düşünüyorum. Kimi üniversite bitirme telaşında kimi askerde kimi de evlenmiş sorumluluklarını artırmış. Bu sebeple de böyle bir gün göz ardı edilebiliyor. Ama taşlar yerine oturmaya başladıkça katılım da artar böylece o eski günleri yad etmenin vermiş olduğu haz da.

Bu arada pilava değinmeden de geçmemeli. Organizasyon sırasında pilav sponsoru abinin adından bahsedildi ancak şu aklımda değil. Ben de kendisine burada teşekkür ediyorum, harika bir pilav idi. Ellerine sağlık.

6 Haziran 2009 Cumartesi

Gülmek İçin Yaratılmış

gülmek için yaratılmış
gözlerde yaşlar niye
sevmek için yaratılmış
kalpler hep bomboş niye



22 Mayıs 2009 Cuma

Ölüm Dörtlüğü

Ölüm her aklına geldiğinde ah edip vah edip inleme
Bu halinle Allah'ı incitmiş olacaksın
Ecel kapına geldiği vakit evi telaşa verme
O geldiğinde sen gitmiş olacaksın.


Üstadın sesinden dinlenildiğinde hayatın anlamı üzerine derin düşüncelere teşvik eder insanı.



18 Mayıs 2009 Pazartesi

umut sarıkaya

"gerçekçi ol, imkansızı iste..." che guevera

"akıllı ol, canımı ye..." dayım