13 Mayıs 2014 Salı

Masal

Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı

Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuş tüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağin rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları acı ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu

Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi

Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
İçkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar

8 Mayıs 2014 Perşembe

Damak ve beden terörü

Geçenlerde okuduğum bir haber beni uzun zamandır aklımda olan bir konuyu kaleme almak için cesaretlendirdi. Haber şuydu: Türkiye'de insanlar zayıflamak için yılda 5 milyar Amerikan Doları harcıyormuş. Doğrusu haber beni irkiltti. Ama daha beteri, bu haberin çağrışımları üzerinden oldu. 'Eğer' dedim kendi kendime, 'yağları eritmek için 5 milyar dolar gerekiyorsa, onları yapmak için de bir o kadar harcamış olmalıyız'.
Obezite , Baudrillard'a göre, Batı uygarlığının en son ve en umutsuz aşamasıdır. Modern teknoloji, bedensel hareketleri minimize ederek, insanları önce pasifleştirdi. Daha beteri, bizi sonu gelmez can sıkıntılarına soktu. Oturmuş tatminsizin, yemekle, daha doğrusu 'tıkınma' ile buluşması zor değildir. Burada tıkınma bir yeme içme eyleminden çok, bir sıkıntının giderilmesi adına yapılan psikolojik bir eylemdir. Psikolojik bir eylem olarak 'tıkınmak' genellikle avamın ya da alt orta sınıfların işidir. Obezite ağırlıklı olarak tıkınanlarda ortaya çıkar. Yâni refahın değil, tam tersine ondan uzak düşmenin sonucudur.
Vasatlar aşıldığında 'yemek, içmek' çok farklı bir eylem hâline gelir. Burada orta-üstü burjuvaların dünyâsına ulaşıyoruz. Bu dünyâda, yeme–içme işi kutsallaştırılmış bir âyindir. Dolayısıyla uzmanlaşmış bir ruhban sınıfı gerektirir. Önce bu sınıfı bir tanıyalım. Bu ruhban sınıf, üstün 'yapıcılar'(chef de cuisine) ve 'üstün tadıcılar'(gurme) olarak iki alt gruba ayrılır ve bunlar asla, asla karşılaşmaz.
Üstün yapıcılar, yemeği, sihir, ya da illüzyon ustalığı ile yaparlar. Yaparken, yaptıklarını kendilerinden çok emin olan bilge insanların tonlamalarıyla anlatmaya özen gösterirler. Araya: 'Bunu İtalyanlar şu sosla yaparlar, ama ben onu sevmem. Ben bilmemne koymayı tercih ederim' gibi kendi kaprisli yaratıcılıklarını ilâve etmeye bayılırlar. Kimler yoktur ki bunların aralarında. Bankacılar, CEO'lar, playboylar... Her bir TV kanalına neredeyse 2-3 yemek programı düşer. Eskiden ,'erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer' denirdi. Bu söz playboy, chef de cuisine erkekler için 'bir kadını tavlamanın yolu mutfaktan geçer'e dönüştü. Yemek partileri ile cinsel av partilerinin yolu bu dünyâda her zaman olduğundan daha fazla kesişiyor.
Üstün tadıcıların hareket serbestiyeti, üstün yapıcılara göre daha fazladır. Yapıcılar ne yapsın? En fazla bir mutfağa tıkışmak zorundalar. Oysa tadıcılar, ruhban dünyânın 'seyyahları'dır. İstikâmet, tadılmamış çümbüşlü yerelliklerdir. Yolları Batı'ya ya da Egzotik Doğu'ya doğru gittikçe daha çok tanıtıcı ifâdeler kullanırlar. Burjuvalar bu programları seyreder ve kendilerine ayrıcalık yaratacak bir deneyim için 'damak ve kursak haritaları' oluştururlar. Onca masraf, yorgunluk, bir sınıf 'içi' içtimada, 'Meksika'da Acapulco'da acı soslu çöl yılanı sarması yedin mi?' diyebilmek içindir. Modern seyyahlar bir yeri değil, orada ne yenilip ne içildiğini merak ediyor.
Her bir keşif aynı zamanda bir ayrıcalıktır. Çemişkezek'in 'bilmem ne katılmış, bilmem hangi yerel lezzeti' üstün damak tadına sahip bir gurme tarafından keşfedilir. Bu keşif ayrıca kutsanır. Gurmelerin cümlesi vaftizcidir. Kuyrukyağının lezzetlere lezzet kattığı Antep mutfağı'na matuf övgülerin haddi hududu yoktur. Konuşmalar genellikle şu minvâl üzeredir: 'Antep'e gittin mi? Aaaa , mutlaka gitmelisin. Orada Çarşı içinde Abdürrezzak Usta'nın Huzur Lôkantası var.. Öyle , salaş bir yer. Ama azîzim bir lezzet, bir lezzet; anlatılmaz'.
Güneydoğu mutfağını takdis eden enteller aslında hiçbir zaman onunla özdeşleşmez. Bu daha çok, ecnebi arkadaşları karşısında yaşadıkları oryantalist bir tecrübenin ezikliğini, konuksever Doğu, ya da Güneydoğu halkı üzerinden telafi etmek içindir. Güneydoğu mutfağı ile olan ilişkileri, metresleri ile olan ilişkileri gibidir. Yâni Antep mutfağı bir gusto kaçamağıdır.
Egenin zeytinyağlıları ise resmi eşleriyle olan kutsal evlilikleri gibidir. Bütün kaçamaklar bir yana, dönüp dolaşılıp gidilecek yer hep Ege olmuştur. Ne var ki Antep'de, Diyarbakır'da kebaba doymayanlar, Ege'de ona çok kızarlar. Zeytinyağlı yemeklere kuyrukyağının gölgesi düşsün, kokusu karışsın istemezler. Ege'de kebap dükkânıyla karşılaşmak, karısıyla yaptığı tatilde metresine yakalanmak gibi bir şeydir.
Modernlik bizi yeme ve içmeye özendirmiyor; azdırıyor. Bu azgınlaşmanın akîbeti tabii ki kilo almaktır. Hikâyenin bu yüzünde, basen ya da göbeklerimize musallat olan yağ dokularından utandırılıyoruz. Bizi azdıranlar, bu kez de utandırıyor. Azgınlık ile utanç arasına 5 milyar dolarcık sıkışmış meğer. Hepsi bu...