Hayatın bilmediğimiz ince bir yerinden çıt diye kırıldığı bir yer var. Orada bitiyor bütün hikaye. Bütün haberler orada duruveriyor. Olayların artık nasıl gelişeceğinin, sebeplerin nasıl sonuçlara bağlanacağının da önemi kalmıyor. Başkaları için olabilir; ama bilmediği bir anda sayılı nefesleri sona erivermiş olan için, o güne kadar önemli olan her şey geride kalıveriyor. Spotlar sönüyor, yayın kesiliyor, dünya hayatı aynı şekilde hem en beklenen, hem de en beklenmedik olan o son anla tamamlanıyor.
Geride kalanlar için ölüm böyle bir şey... Gidenler için bundan daha başka bir şey mutlaka... Belki de bütün dünya önemlilerinin gerçekten önemsizleştiği, bunun aşikar hale geldiği yeni ve belki de çok daha berrak bir görmeye kavuşma hali... Belki yaşarken gerçek diye bilinen her şeyin gerçeğin gerçeğinde, yani hakikatte eridiği bir yeni bilme hali... Belki yaşarken vazgeçilmez gibi görünen şeylerin kuruyup dökülen sonbahar yaprakları gibi varlığı çırılçıplak bıraktığı tarifi imkansız bir idrak hali... Ölümün nasıl bir şey olduğuna dair cümle kurmakta en mahir kalemler bile kifayetsiz... Başka bir şey olduğunu söyleyebiliyoruz sadece birbirimize. Ya da böyle diyerek öteliyor, uzaklaştırıyoruz bu düşünceyi daralan zihinlerimizden.
Ölümden kaçmanın, onu yok saymanın, buz gibi esprilerle ya da ne anlama geldiğini söyleyenlerin de bilmediği manasız söz terkipleriyle hafifletmeye çalışmanın adet olduğu bu inkar çağı için ölüm, kimsenin üstüne giymek istemediği bir elbise gibi... Kimi acıklı bir hayat doluluk gösterisi sergileyerek uzak tutmaya çalışıyor o elbiseyi kendinden. Kimi daima fit tuttuğu fiziğine yakışacak çok daha şık elbiseler bulunduğu vehmiyle avunuyor. Kimi içinse, henüz veremediği günahkarlık kiloları yüzünden içine sığamayacağı kadar küçük ölümün insanı saran, kuşatan, bir daha bırakmayan kaçılmaz elbisesi...
Ölümü içine sindiremeyenler, insanın hakikatine teslim olamayanlar için hayat acınası bir savrulmadan ibaret... Yok saymakla yok olmuyor çünkü ölüm. Daha büyüyor, her yanı kaplıyor ve o yokmuş gibi ortaya bırakılan her sözü, her davranışı, her duyguyu özünden zedeliyor, trajik biçimde gülünçleştiriyor. Buna yeltenen her kimse, bu trajikomik debelenmeyi ömür diye sürgit yaşamak mecburiyetinde kalıyor.
Ölümü, bırakın hakiki hayata ulaşmak için aşılması gereken bir eşik olarak görmeyi, hayatın bir gerçeği olarak görebilenler dahi kendilerine çok daha anlamlı bir insanlık inşa edebilirler. Çünkü ölüm, hayatı da anlamlı kılan bir şey... Ölümsüzlük arayışının insanın sonu gelmez ihtiraslarıyla bir ilgisi olduğunu görmemek mümkün mü? Ölümsüzlüğün peşine düşenler dünya nüfusundan her gün çeşitli yoksunluklar yüzünden eksilip giden çocukları yaşatmak için hiçbir gayretleri yok. Onlar ölümsüzlüğü kendileri için istiyor, rahat ve konforlarının, zulümle kurdukları haz imparatorluklarının, dünyanın başka coğrafyalarını yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa sevkeden sömürü düzenlerinin devamı için...
Ölüm var, iyi ki var! İyi ki zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de hesabını tutan var. İyi ki insanı hayır ve şerle yüzleştirecek o adil terazi var. İyi ki gün gelip nefeslerimiz tükendiğimizde o elbiseyi giyiyoruz da, aslında kim olduğumuzu görüyoruz aleme doğduğumuzda.

Gökhan Özcan -  21.01.2013