13 Mayıs 2014 Salı

Masal

Doğuda bir baba vardı
Batı gelmeden önce
Onun oğulları batıya vardı

Birinci oğul batı kapılarında
Büyük törenlerle karşılandı
Sonra onuruna büyük şölen verdiler
Söylevler söylediler babanın onuruna
Gece olup kuş tüyü yastıklar arasında
Oğul masmavi şafağin rüyasında
Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri
Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere
Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı
Öcünü alsın diye kardeşini yolladı

İkinci oğul Batı ülkesinde
Gezerken bir ırmak kıyısında
Bir kıza rastladı dağların tazeliginde
Bal arılarının taşıdığı tozlardan
Ayna hamurundan ay yankısından
Samanyolu aydınlığından inci korkusundan
Gül tütününden doğmuş sanki
Anne doğurmamış da gök doğurmuş onu
Saçlarını güneş destelemiş
Yıllarca peşinden koştu onun
Kavuşamadı ama ona
Batı bir uçurum gibi girdi aralarına
Sonra bir kış günü soğuk bir rüzgâr
Alıp götürdü onu
Ve ikinci oğulu
Sivri uçurumların ucunda
Buldular onulmaz çılgınlıkların avucunda
Baba yağmurlardan anladı bunu
Yağmur suları acı ve buruktu
İşin künhüne varsın diye
Yolladı üçüncü oğlunu

Üçüncü oğul Batıda
Çok aç kaldı ezildi yıkıldı
Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada
Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı
Fakat batinin büyüsü ağır bastı
İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı
Sonra büsbütün unuttu onları
Şef oldu buyruğunda birçok kişi
Kravat bağlamasını öğrendi geceleri
Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler
Patron oldu ama hala uşaktı
Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü
Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda
Ondan hesap sordu o da
Sırf utançtan babasına
Bir çek gönderdi onunla
Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi
Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı
Bu yüklü çeki
İyice yaşlanmıştı ama
Vazgeçmedi koyduğundan kafasına
Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya

Dördüncü oğul okudu bilgin oldu
Kendi oymak ve ülkesini
Kendi görenek ve ülküsünü
Günü geçmiş bir uygarlığa yordu
Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı
Batı bilginleri bunu kutladı
O da silindi gitti binlercesi gibi
Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle
Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan
Beşinci oğul bir şairdi

Babanın git demesine gerek kalmadan
Geldi ve batının ruhunu sezdi
Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır
Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair
Topladı tomarlarını geri dönmek istedi
Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini
Kum gibi eridi gitti yollarda

Sıra altıncı oğulda
O da daha batı kapılarında görünür görünmez
Alıştırdılar tatlı zehirli sulara
İçkiler içti
Kaldırım taşlarını saymaya kalktı
Ev sokak ayırmadı
Geceyi gündüzle karıştırdı
Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara

Baba ölmüştü acısından bu ara

Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara
Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda
Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda
Bir de o talihini denemek istedi
Bir şafak vakti Batıya erdi
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında
Durdu ve tanrıya yakardı önce
Kendisini değiştiremesinler diye
Sonra ansızın ona bir ilham geldi
Ve başladı oymaya olduğu yeri
Başına toplandı ve baktılar Batılılar
O aldırmadı bakışlara
Kazdı durmadan kazdı
Sonra yarı beline kadar girdi çukura
Kalabalık büyümüş çok büyümüştü
O zaman dönüp konuştu :
Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var :
Karşınızdakini değistirmek
Beni öldürseniz de çıkmam buradan
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki
Fakat değişmeyecek ruhum
Onu kandırmak için boşuna dil döktüler
Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler
O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı
Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar
En onulmaz yarası olanlar
Ta kalblerinden vurulmuş olanlar
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar

8 Mayıs 2014 Perşembe

Damak ve beden terörü

Geçenlerde okuduğum bir haber beni uzun zamandır aklımda olan bir konuyu kaleme almak için cesaretlendirdi. Haber şuydu: Türkiye'de insanlar zayıflamak için yılda 5 milyar Amerikan Doları harcıyormuş. Doğrusu haber beni irkiltti. Ama daha beteri, bu haberin çağrışımları üzerinden oldu. 'Eğer' dedim kendi kendime, 'yağları eritmek için 5 milyar dolar gerekiyorsa, onları yapmak için de bir o kadar harcamış olmalıyız'.
Obezite , Baudrillard'a göre, Batı uygarlığının en son ve en umutsuz aşamasıdır. Modern teknoloji, bedensel hareketleri minimize ederek, insanları önce pasifleştirdi. Daha beteri, bizi sonu gelmez can sıkıntılarına soktu. Oturmuş tatminsizin, yemekle, daha doğrusu 'tıkınma' ile buluşması zor değildir. Burada tıkınma bir yeme içme eyleminden çok, bir sıkıntının giderilmesi adına yapılan psikolojik bir eylemdir. Psikolojik bir eylem olarak 'tıkınmak' genellikle avamın ya da alt orta sınıfların işidir. Obezite ağırlıklı olarak tıkınanlarda ortaya çıkar. Yâni refahın değil, tam tersine ondan uzak düşmenin sonucudur.
Vasatlar aşıldığında 'yemek, içmek' çok farklı bir eylem hâline gelir. Burada orta-üstü burjuvaların dünyâsına ulaşıyoruz. Bu dünyâda, yeme–içme işi kutsallaştırılmış bir âyindir. Dolayısıyla uzmanlaşmış bir ruhban sınıfı gerektirir. Önce bu sınıfı bir tanıyalım. Bu ruhban sınıf, üstün 'yapıcılar'(chef de cuisine) ve 'üstün tadıcılar'(gurme) olarak iki alt gruba ayrılır ve bunlar asla, asla karşılaşmaz.
Üstün yapıcılar, yemeği, sihir, ya da illüzyon ustalığı ile yaparlar. Yaparken, yaptıklarını kendilerinden çok emin olan bilge insanların tonlamalarıyla anlatmaya özen gösterirler. Araya: 'Bunu İtalyanlar şu sosla yaparlar, ama ben onu sevmem. Ben bilmemne koymayı tercih ederim' gibi kendi kaprisli yaratıcılıklarını ilâve etmeye bayılırlar. Kimler yoktur ki bunların aralarında. Bankacılar, CEO'lar, playboylar... Her bir TV kanalına neredeyse 2-3 yemek programı düşer. Eskiden ,'erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer' denirdi. Bu söz playboy, chef de cuisine erkekler için 'bir kadını tavlamanın yolu mutfaktan geçer'e dönüştü. Yemek partileri ile cinsel av partilerinin yolu bu dünyâda her zaman olduğundan daha fazla kesişiyor.
Üstün tadıcıların hareket serbestiyeti, üstün yapıcılara göre daha fazladır. Yapıcılar ne yapsın? En fazla bir mutfağa tıkışmak zorundalar. Oysa tadıcılar, ruhban dünyânın 'seyyahları'dır. İstikâmet, tadılmamış çümbüşlü yerelliklerdir. Yolları Batı'ya ya da Egzotik Doğu'ya doğru gittikçe daha çok tanıtıcı ifâdeler kullanırlar. Burjuvalar bu programları seyreder ve kendilerine ayrıcalık yaratacak bir deneyim için 'damak ve kursak haritaları' oluştururlar. Onca masraf, yorgunluk, bir sınıf 'içi' içtimada, 'Meksika'da Acapulco'da acı soslu çöl yılanı sarması yedin mi?' diyebilmek içindir. Modern seyyahlar bir yeri değil, orada ne yenilip ne içildiğini merak ediyor.
Her bir keşif aynı zamanda bir ayrıcalıktır. Çemişkezek'in 'bilmem ne katılmış, bilmem hangi yerel lezzeti' üstün damak tadına sahip bir gurme tarafından keşfedilir. Bu keşif ayrıca kutsanır. Gurmelerin cümlesi vaftizcidir. Kuyrukyağının lezzetlere lezzet kattığı Antep mutfağı'na matuf övgülerin haddi hududu yoktur. Konuşmalar genellikle şu minvâl üzeredir: 'Antep'e gittin mi? Aaaa , mutlaka gitmelisin. Orada Çarşı içinde Abdürrezzak Usta'nın Huzur Lôkantası var.. Öyle , salaş bir yer. Ama azîzim bir lezzet, bir lezzet; anlatılmaz'.
Güneydoğu mutfağını takdis eden enteller aslında hiçbir zaman onunla özdeşleşmez. Bu daha çok, ecnebi arkadaşları karşısında yaşadıkları oryantalist bir tecrübenin ezikliğini, konuksever Doğu, ya da Güneydoğu halkı üzerinden telafi etmek içindir. Güneydoğu mutfağı ile olan ilişkileri, metresleri ile olan ilişkileri gibidir. Yâni Antep mutfağı bir gusto kaçamağıdır.
Egenin zeytinyağlıları ise resmi eşleriyle olan kutsal evlilikleri gibidir. Bütün kaçamaklar bir yana, dönüp dolaşılıp gidilecek yer hep Ege olmuştur. Ne var ki Antep'de, Diyarbakır'da kebaba doymayanlar, Ege'de ona çok kızarlar. Zeytinyağlı yemeklere kuyrukyağının gölgesi düşsün, kokusu karışsın istemezler. Ege'de kebap dükkânıyla karşılaşmak, karısıyla yaptığı tatilde metresine yakalanmak gibi bir şeydir.
Modernlik bizi yeme ve içmeye özendirmiyor; azdırıyor. Bu azgınlaşmanın akîbeti tabii ki kilo almaktır. Hikâyenin bu yüzünde, basen ya da göbeklerimize musallat olan yağ dokularından utandırılıyoruz. Bizi azdıranlar, bu kez de utandırıyor. Azgınlık ile utanç arasına 5 milyar dolarcık sıkışmış meğer. Hepsi bu...

13 Şubat 2014 Perşembe

Tasarruf dünyâmız (3)

Türkiye'de sermâyenin kültürel târihi doğru düzgün ele alınmış bir konu değildir. Ama devletle verimsiz ilişkiler kurarak varolmaya alışmış sermâyenin kahir ekseriyetinin taşradan kopup geldiğini, kültürel görgü itibarıyla şehir târihinden fazlaca nasibini almadığını biliyoruz. Bu, Türkiye'de sermâye birikiminin kültürel târihinde, New Haven ya da Chicago tarzı seçkinleşme (gentrification) olgusunun eksikliğine işâret ediyor. İlk kuşak sermâye sâhiplerinin tutumluluğu benimsediklerini ve önerdiklerini biliyoruz. Ama bunu kültürel-moral anlamda temellendiren, dolayısıyla sürekli kılacak bir dünyâ görüşünün eksikliği dikkât çekicidir. Onların sonraki kuşaklara tutumluluk tavsiyelerinin büyük ölçüde yoksulluğun ne olduğunu iyi bilmelerinden kaynakladığını düşünüyorum. (Ah o savaş yılları!). Ama bu, nihâyetinde onların tecrübeleri olarak kalacak; varlık içinde doğmuş olana bir sonraki kuşak bu tavsiyeleri sâdece bir masal olarak dinleyeceklerdir.

Öte yandan ilk kuşak birikimciler, girişimlerinde orta sınıf desteğini ağırlıklı olarak mühendislerden aldılar. Ama orta sınıfların entelektüel dünyâsı ile köprü kurmadılar. Bunu gereksiz, anlamsız, hatta tehlikeli buldular.(Kabûl; Soğuk Savaş'ın propaganda iklimi de bunu zehirledi).
Sermâyenin kültürel târihindeki bu girişimci-orta sınıf kopukluğu, sâdelik, tutumluluk görgüsünün, bürokratik –profesyonel orta sınıflarla sınırlı kalmasına yol açtı. Eti budu yerinde her vilayetin seçkin, okumuş, meslek sâhibi olmuş bir orta sınıf dünyâsı vardı: Doktorlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler çekirdek âileler halinde kendi püritan dünyâlarında yaşıyordu. Çocuklarından beklentileri; kendilerini her anlamda aşmalarıydı. Ama bunun standartlarını daha iyi eğitim; kamusal faydası daha yüksek işler olarak tanımlıyorlardı. Standartları, daha kolay, daha bol kazançlar ve daha fazla tüketim olarak gören yoktu. Evropa'ya, daha az olarak da Amerika'ya gidenler de bunlardan çıkıyordu. Bunların dönüşte beraberlerinde getirdikleri malzemeler önemlidir. Tüketim târihimizin izi büyük hayranlığa konu olan ecnebî mallarla kurulan ilişkilerde sürülmelidir. Ama daha beteri NATO'ya girmemizin ardından Türkiye'ye gelen Amerikan askerlerinin, dönerken sattığı kullanılmış mallara (iç çamaşırları dâhil) gösterilen ilgidir.
Kanaatkârlık, ya da sâde hayât erdemi karşılığını daha çok taşrada buluyordu. Necip Fazıl, Fikret Adil gibilerin üzerine yazdıkları bohemlik, avangardlık, dekadanlık Türkiye'de şehirlerde yer buluyor; ama taşraya suret-i kat'iyede sızamıyordu. Taşraya özgü kanaatkârlık, esnaf-tarikat bağı üzerinden yetişen güçlü kanaat önderlerinin (meselâ çok önemli bulduğum çarşı ehli) telkinleriyle, kuşaktan kuşağa aktarılarak on yıllarca devam etti.
Türkiye'de zâten çok da başarılı götürülemeyen Keynesgil siyasetlerin özellikle 1973 Petrol Krizinden sonra gevşediğini ve terk edildiğini biliyoruz. Bunun yerini 'rantiye-şantiye' işleri, ya da daha beteri üretim yerine finansal işler aldı. Bunlar, sermâyenin günümüzde de devam eden lümpenleşmesine delâlet eder. Lümpenleşme sermâyenin kültürel târihini biraz daha çarpıtacaktır. İkinci kuşaklar; hele hele yeni plütokrasinin püritan bir dünyâsı elbette ki olmayacaktı. Bunların kültürel dünyâsı çok kolay bir şekilde dekadanlıkla birleşti. Çok az âile, bu dekadanlığı dert edinmiş ve kendilerini kültürel işlere adayarak seçkinleşmeye(gentrification) çalışmıştır. Kâhir ekseriyet ise kendilerini consumptionstadt'ın sefâhatına kaptırdılar; kaptırmaya devam ediyorlar.
Çok daha dramatik olan, orta sınıfların çözülmesidir. Eski tüfekler kolejli, mülkiyeli 68'li evlâtlarıyla gurur duydular. 78'liler ise daha az şehirli, daha çok taşralıydı. İşler buraya kadar iyi gitti. Ama sonuçta hemen hepsi dönüştü. 68'li ve 78'lilerin kültürel dönüşümü es geçilecek bir dönüşüm değildir. Demek ki, diğerkâmcılığın, yoksulluk ve erdem edebiyatlarının içine ne kadar çok şey saklanıp, biriktirilebiliyormuş. Zekileri kolej kazanan, zeki olmayanları ise paralı okullarda okuyan; kış mevsiminde cumartesi buluşup, toplu halde sinemaya gidip ecnebî filmler izleyen; yaz gecelerinde yakan top oynayıp masum flörtler yaşayan, tâtillerde Marmara sayfiyelerini dolduran doktor mühendis, avukat çocuklarından ne kaldı geriye? Mezkûr dönüşüm 88'lileri ve sonradan gelenleri her açıdan sâhipsiz bıraktı. Onlara söylenecek söz yoktur.
Nihayet en dipte taşra da çözüldü. Bugün taşrayı kültürel olarak tüketimde geri kalmış olma kompleksi yönetiyor. Bu da 1.sınıf tüketici olabilme hırsını doğuruyor. Bir zamanlar en fazla direnen, bugün en kolay çözülen durumunda. Ne hazin...
Harcamaya alışmış memleket ahâlisi tasarrufa geçeceklermiş... Göreceğiz...

21 Ocak 2014 Salı

UMUT ARTIK DOĞUDADIR: KEMAL TAHİR



UMUT ARTIK DOĞUDADIR: KEMAL TAHİR

 “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” fikri Kemal Tahir’in yaklaşımlarında görülmektedir. Bu da Türkiye’nin özgül koşullarının ürünü. Türkiye’nin üretim modeli küçük işletme idi. Kemal Tahir, Türkiye’ye has olarak sosyalizmin Batı’dakinden farklı bir zümre/üretici güç tabakasına dayandığı ve mücadelenin bu özellikli Doğu yapısalından hareket etmesi gerektiği fikrindeydi. Galiyev’den şu cümleleri aktarmaktaydı: “Batı’da beklenen devrimden umut kesilmiştir. Umut artık Doğu’dadır. Doğu’da küçük burjuva demokratlardan yararlanmak, bunların liderliğini bir zaman için kabul etmek gerektir. Sosyalizmi, doğunun tarihsel gelişme öze4lliklerine uydurmak, bu işi de Müslüman Sosyalistlere bırakmak lazımdır. Çünkü Doğu toplumları, Batıdakilere benzemez. Batı’da yürüyen sosyalist fikirler, Doğu’da tıpkısı tıpkısına kullanılamaz, kullanılırsa direnme doğurur. Eğer milyonlarca Müslümanı sosyalizme çekmek istersek, sosyalizmi bunlara uydurmalıyız. Çıkarları gözönünde tutulduğu takdirde, Müslümanlar sosyalizmden yana olacaklardır” (TAHİR, 1992: 289). Kemal Tahir Doğu’nun düzeninin ATÜT-Kerim Devlet yapısını zaruri kıldığını düşünmektedir. Tahir’e göre devlet ile üreten kesim (reaya) arasında bir anlaşma vardır. Bu anlaşma bu memlekette sömürmeyi tarihsel olarak sürgit var eden bir sınıfın doğumunu engellemek içindir: “Bizde köylü vergi vermez, mümkün mertebe kaytarır. Buna karşılık bütün tarih boyu, kendisinin olduğunu bildiği İmparatorluk için kan vergisini ödemiştir. Şimdi de, bu vergiyi politikacılara Oy olarak ödediğine inanmaktadır. Buna karşılık Devlet de, reayasını vergi diye sıkıştırmaz. Çünkü Kerim-hayırlı devlet vasfını türlü tarihsel nedenlerle yitirdiğini bilir. Bu karşılıklı anlaşma, memleketimizde, sömürülmeyi Batı’daki sömürmeden çok daha gevşek, hatta bir anlamda, dayanılır halde tutmuştur, tutmaktadır. Bu da Batı’dan alınan bütün kalıp yasaları boşa çıkarır. Bütün Osmanlı tarihi, başta toprak olmak üzere zenginliklerin tek kişilerin mülkiyetinde toplanmasını-birikmesini sürekli olarak önlemiş, türlü yollardan biriken zenginlerin yatırıma yönelmesini, böylece Pazar rekabetiyle yeniden artmasını da önleyerek kapitalist sermaye haline gelmesine meydan vermemiştir. Bugün devletin Batı’dan kalıp olarak aktardığı bir sürü kanunlar ve müesseseler, sözgelimi iş kanunu, işçi sigortaları, Batı anlamında sermaye birikimin dolaylı olarak önlemekte, devletin devletçilik karakteri dışında, burjuva devleti karakterine dönmesine ayrıca set çekmektedir. Buna dış sömürmelerle emperyalist kapitalin dünyayı kavramış tekel özelliğini de eklersek, bugün komprador dediğimiz zümrenin, yüzlerce yıl çabalasa, niçin Batı’dakine benzer burjuva karakteri gösteremeyeceğini anlarız” (TAHİR, 1992: 322). Kemal Tahir’in bu yaklaşımı Türk solunun genel tavrından oldukça farklı ve dikkat çekicidir. Tahir’e göreTürk sosyalistlerinin icad etmeye çalıştığı sınıf çatışması, en az ikiyüz yıldanberi devleti ve halkları sömürgecilerle birlikte ortaklaşa soyarak yaratmaya çalıştıkları zengin yetiştirme (sınıflaştırma) hareketinin bir başka cinayet koludur. Burjuva yetiştirmek nasıl mümkün değilse, Batı anlamında sınıflaşmamış bir toplumu sınıflaşıyor saymak da o kadar imkansızdır (TAHİR, 1992: 286). Tahir bu meselede kalemini aydınları “ihanet etmiş” sayacak kadar sivriltir ve Anadolu-Doğu toplumlarının toprak sisteminin kapitalizme uğramayacak bir nizama dayandığı hususunu ısrarla vurgular. Kemal Tahir Marksist teoriyi tarih bilinci açısından kullanır ama bu teoriyi mensubu olduğu Asyatik toplumun “İslâmî” karakteri nedeniyle “Müslümanlaştırır.” Bu manada Galiyev’e yakınlaşması kaçınılmazdır. Hilmi Yavuz, Kemal Tahir’in Marksist teoriye bağlılığını ele aldığı makalesinde Tahir’in “uyarlama” endişesini yansıtmaya çalışır:

“Ona göre, teoriyi, yani Marksist tarih teorisini, Osmanlı-Türk toplumunun kendine özgü tarihsel ve toplumsal koşullarının ortaya çıkardığı somut gerçeklikler, bize özgü somut gerçeklikler açısından, yeniden ele almak gerekir. Kemal Tahir'de bu alanda son derece özgün bir metodolojinin temellerini görmek mümkündür. Bu metod şudur: Kemal Tahir, Marksist teorinin kavramsal yapısına bütünüyle bağlı kalmış, ancak, bu yapı içinde bir teorik kavramların eklemlenmesinde değişiklikler yapmıştır. Bence bu, Kemal Tahir’in Marksist teoriye getirdiği önemli bir katkıdır. Burada şu noktayı kesinlikle gözden uzak tutmamamız gerekir: Kemal Tahir, Marksist teorinin yapısını bozmuş, bu yapıyı niteliksel bir dönüşüme uğratmış değildir. Onun tarih sorunlarına derinlemesine ve irdeleyici bakışı, doğulu toplumların, batılı toplumlardan farklı bir gelişme gösterdiği gerçeği üzerinde yoğunlaşır. Doğulu Asyatik devletlerin tarihsel ve toplumsal gelişmesi batıdan köklü bir biçimde yapısal farklılıklar gösterdiğine göre, teorinin de bu yapısal farklılıkları gözönünde tutacak biçimde dönüşüme uğratılması kaçınılmaz olur. Bu yüzden doğulu toplumların bu yapısal özgüllüğünü bütünüyle açıklayabilecek bir yaklaşım gereklidir. Bu yaklaşım da Marksist teorinin teorik kavramlarının eklemlenmesinde bir değişiklikle gerçekleştirilebilir. Kemal Tahir'in yaptığı işte budur” (YAVUZ, 1977). Yavuz’un işaret ettiği bu uyarlama nedeniyle Kemal Tahir ister istemez İslâm dini ile ilgili Marksistlerde görülmeyen bir olumlamaya varmıştır: “İslam dini, bir dünya dinidir. Dünya işleriyle (Şeriat) derinlemesine uğraşır. Ekonomik sosyal sistemler kurmuştur. Bilimden yanadır. Aile hukuku kurmuştur. Toprakta, sularda, ormanlarda kişi mülkiyetini reddeder; kumarı, içkiyi yasaklar; hurafeleri, büyücülüğü reddeder; lüksü, kasınmayı, faizciliği, yamyamlığı yasaklar. Örgütü demokrattır. İmam sosyal politik ödevler gördüğü halde köyünde mahallenin seçimiyle atanır ve onların ödedikleriyle yaşar. İslam yüzyıllardır Batı’lı sömürgecilerce soyulmaktadır. Din düşmanlığı, soyguncu ortaklığı biiminde görülür. Her dine karşı davranış soyguncu gavurdan, soyguncu gavur hesabına yapılmış sayılır. Bu açıdan, Müslümanların gözünde ezilenlerin dinidir. Onların birliğini, dayanışmasını sağlar” (TAHİR, 1992: 291). Bu nedenle Kemal Tahir’in sosyalizmi, Müslümanların sosyalizmi olarak okunabilir ve bu sosyalizm endüstriyel/emperyalist Batı sosyalizmi de değildir.
Hikmet Kıvılcımlı da “Fetih ve Medeniyet” başlıklı kitabında toprak sisteminin / Devlet fikrinin vasıflarını anlatır ve Kemal Tahir’i haklı çıkarır:

“Dirlik Düzeni’nin Osmanlılıkla beraber başladığını, daha doğrusu, Osmanlılığın temeli olduğunu hatırlatalım. İlk Türkçe’de “Kanun” demek, “Miri toprak” demektir. Toprak kanunları 1302’lerde başlar. Osman (ilb, şövalye) Gazi’nin İstiklal yılı ise, 1300’dür. (“Kavaaniyni Kadiymei Osmaniye” el yazması, İnkilap Müzesi, No: 133) Kanuna göre, Osmanlı bir yeri zaptetti mi, orada önce “Tahrir” (istatistik) yapar. Sonra, miri toprağı çiftçiler arasında “Taksim” eder. “Çift” sözü: Her yıl ekilen ve ürün veren iki çift öküzlük arazi demektir. Reayaya bedava verilen toprak miktarı, genellikle, birer “bütün çift”tir. Bütün çift, toprağın verimlilik derecesine göre 70 ile 150 dönüm arasındadır. Onun için, topraklar, Hassa, Evsat, Edna diye üç dereceye ayrılır (…) Bu taksimde ne yaman bir eşitlikçiliğin hüküm sürdüğüne dikkat edilsin: Toprağın verimi arttıkça, dönümü azalıyor ve bütün çiftçiler hemen hemen mutlaka aynı ürünü alıyorlar. Böylece Osmanlılar fark iradı meselesini halletmişlerdir. Miri topraklardan alınan vergi “arzın tahammülüne göre”: İlk zamanlar 1/8’i geçmeyen Öşür (Haracı Mukaseme ile, iki ila beş dönüme bir akça düşen çift akçası (Haracı Muvazzafadır. Çift akçası, askerlik yapmayan reayadan alınır. Ve toprağın kalitesine göre yılda 25-40 akçeyi bulur. (…) Osmanlı toprağında birinci insan, çiftçi ise, ikinci insan, eşkinci veya dirlikçi adını alan sipahidir. Dirlik tabiri, Karolenjiyen Fransa’sındaki Benefice’in tam karşılığıdır. Dirlikçi, kendi maaşını çiftçilerin vergilerinden toplayıp çıkarır. Dirlikçiye (sahibi arz) adı da verilir. Ama, gerçekte o, toprağın hiçbir şeysine sahip değildir. Miri toprağın tasarrufu, doğrudan doğruya köylünündür. Miri toprağın mülkiyeti ise hiç kimsenin değil, Beytülmal’in, yani tekmil Müslümanlar topluluğunundur. Miri toprak padişahın dahi mülkü değildir. Kim çalışırsa onun tasarrufuna girer. (…) Dirliklerin esası Tımar’a dayanır. Tımarlı daima dirliğinin başında hazır bulunur. Tımar gelirinin hepsini değil, ancak ilk 3000 akçasını “Kılıc’ı Tımar” adıyla kendisine alıkor. Onun üstünde her 3000 akçaya mukabil, sefere göndermek üzere bir cebelu, yani, mesleği savaşçılık olan bir süvari yetiştirir. Dirlikçi’nin geçim seviyesi, hiç olmazsa kanunen öteki muhariplerinkinden farksızdır. Ve “Sefere sahibi Tımar, bizzat gelmek gerektir.” (Asafname, el yazması sf. 15) Görüyoruz. Çiftçiler arasında olduğu gibi, profesyonel muharipler arasında dahi mutlak eşitlik esas tutulmuştur. Osmanlı Miri toprakları, hemen hemen bütün ülkeyi kaplayan en büyük arazi kitlesidir. Orada, çiftçi ile dirlikçi, birbirini sömüren iki sınıf olmaktan çok, biri toprakla, ötekisi harp ve asayişle meşgul olan, sosyal işbölümü şeklinde birbirini tamamlayan iki tabaka gibi görünürler. Bu durum, elbet kısa zamanda her türlü soysuzlaşmalara saptı. Çünkü, yalnız dirlikçinin insaf ve namusuna havale edilmiştir. Fakat, ilk zamanların idealist ilbleri, Bizans zulmü önünde, çalışan Hristiyan halk yığınlarına böyle bir toprak düzeni sunuyorlardı. Osmanlı’nın iktidara geçtiği yerde, hemen o gün, dirlik düzeninin bütün kanunları hayata geçiveriyordu. Dirlikçilerin sayıları da, bugün inanamayacağımız kadar azdır. Hayrullah Efendi (“Devleti Osmaniye Tarihi” C. 11, sf. 211-214) Osmanlı Avrupası’ndan 44 bin, Osmanlı Asyası’ndan 91 bin “Tımarlı Daimi Muhafız askeri” sayar. Dirlik başına dört asker çıksa, tekmil imparatorluğun “Sahibi arz” ları 30 bin kişiyi geçmemelidir. Bugünkü ufacık Türkiye’de memur sayısının 300 bini geçtiği düşünülsün. Osmanlılığın, Bizans yığınlarına harikulade ucuz bir devlet şekli getirdiği anlaşılır. İşte, dini ayrı Hristiyan halka, Osmanlılığın en büyük cazibesi, şüphesiz o eşitlikçi ve adaletçi toprak düzeni ile, bu on kere daha ucuz devlet şeklidir.” (KIVILCIMLI, 2011: 19- 22).

Kıvılcımlı’dan yaptığım bu uzun alıntı Osmanlı ahi ve tımar sistemine izah getirmeye çalışmaktadır. Tımar / ahi sistemi, Anadolu’nun temel iktisadî yapısıdır. Anadolu’nun iktisadî düzeninin tımar ve topraktaki işletme modeli olduğuna değinmeden işçi ideolojisine göre teori üretilmesi mümkün değildir. Ahi ve tımar meselesini günümüzde yaşayan bakkal- kasap ya da kimi sanayi teşekküllerinin “iş ahlâkı” gibi düşünemeyiz. Osmanlı ahi ve tımar adamı bir meslek mensubu idi ve kelimenin tam anlamı ile bağımsız/müstakil ve başka sınıfların kendisine adam ihracına meydan vermez nitelikte muhafazalı bir sınıf idi. Zaten esnaf, sınıf aynı kök kelimeden gelmektedir. Buna göre kimse az bir sermaye buldum diye tımara giremez veya çarşıda dükkan açamaz, bu sınıfa katılamaz. Kıvılcımlı’dan yaptığım alıntı bunun açığa çıkması içindir. 

Müslüman toplumlar Batı’da gelişmiş tarih algısını sürdürmek zorunda değil. Kıvılcımlı tüm gayretine rağmen yine de Batı’lı tarih ve iktisat zihnine bağlılığı kıramıyor. Ben bu noktada Kemal Tahir’in yaklaşımlarına odaklanmayı öneriyor ve onu daha doğru bir zeminde duruyor görüyorum. 

Kemal Tahir’e göre, tarihin sanayi toplumuna aktığı fikri tam bir masal. Başımıza gelenler de zatenTürk entelektüellerinin bu masala inanmalarından kaynaklanıyor. Türkiye hızla metropol kentler modeline akıyor. Bu modeli benimsemiş başka bir toplum yapısı yok. Kemal Tahir’e göre Batı’lılaşma Batı’daki sınıf yapılarını alma çabası ile kendini gösteriyor ve bu durum tam bir entelektüel aymazlıktır. Şimdi Türkiye’de sanayileşme ile burjuva üretilemeyince yeni bir dönüştürme enstrümanı bulundu: Kentleşme. Yunanistan nüfusu 11 milyona ulaşmadığı halde sadece İstanbul’un nüfusu 2013 senesi için 16 milyonun üzerinde. Bu Türkiye nüfusunun yüzde 20′sinin üstünde bir nüfus demektir. Kentleşme süreci dünya kapitalizminin Türkiye’ye dayattığı bir modeldir. Türkiye’de sendikaların işçi üretme/işçi ideolojileri ile hareket etme çabası bir sonuç vermeyecek. Türkiye’de işçi yoğunlaşması benim nazarımda kentleşmeyi kronikleştiriyor ve dayatıyor. Dolayısıyla geniş tarım arazileri boşaltılmaya uğramaktadır. Dolayısıyla “sosyal adalet” de bu dayatmanın getirdiği sorundur. İşçi/burjuva çelişkisi Türkiye’de temel sorun olmamıştır.
Ayrıca Türkiye’de işçi denilen kesimin kim olduğu hakkında yeterli bir araştırma yapılmamıştır; sendikalı işçi denilen bir kesimin ezildiğinden de bahsedilemeyecektir. İşgücü değeri görelileşmiş durumdadır. Hizmet sektöründe çalışanların “işçi” sayılamayacağından bahsetmek gerekmektedir. Gerçekte işçi, patrona artı değer üreterek karşılığında emeğini satan ve mülksüz durumda olan adamdır. Günümüzde işçi diye anılan adamın emeği ile ürettiği bir artı değer bulunmamaktadır. Tarımda teknolojik devrim, fabrikada post teknoloji kullanımı ile dünya kapitalizmi emek üzerinden “üretim” sağlamıyor; makina üzerinden üretim yapıyor. Bu süreç yaşam gereçlerinin değerini iyice azaltmıştır. O nedenle iş gücü değerinin de azalması normaldir. Günümüz işçisi, işçi olarak değil “ücretli hizmetli” olarak değerlendirilmek zorundadır. Ayrıca bütün dünyanın işletme modelleri kırılarak ücretli imal ediliyor. Dünya kapitalizmi, emeğe ihtiyaç duyduğunda küresel sanayiin hareketliliği ilkesi gereği fabrikaları söküp ucuz istihdam bölgelerine kaydırabiliyor. Bu temelde sendikalaşmayı da kıran bir süreçtir. Dünya kapitalizmi bu strateji ile çift karakterli ücret politikası uyguluyor: Emek karşılığı ücret ile hizmet karşılığı ücret giderek ayrışıyor. Marksizmin günümüz bağlılarının tartıştığı mesele günümüzde budur. Proleter kimdir? Neo- marksizm, hizmet sektöründe çalışanları da proleter içinde değerlendirme yanlısı görülse de bu boş bir çabadır. Çünkü dünya kapitalizminin şu an yeni ürettiği sınıf “yoksullar- madunlar”dır. 

Zaten günümüz entelektüellerinin asıl ilgi alanı da aslında bu madun ve yoksullar, yani sınıf-dışı kesimlere yönelmiştir. Sınıf-dışı, işçi değildir, kent yoksuludur; evsizler ve göçmenlerdir. Bu kesimler, işçi olamadan evsiz kalıyorlar ve ailelerine bakılacak olursa temelde toplumun dibinden de gelmiyorlar. Daha çok orta sınıftan düşmüşlükleri ile ortaya çıkıyorlar. 

Sosyalistler dünya genelinde ücretlileri işçi sınıfı içinde değerlendirerek tarihi manilüpe etmeyi ya da praksise uğratmayı deniyorlar. İşçi sınıfının genişlemesinden bir devrim hareketi beklenilir. Bu biraz arabesk bir tavır. İşçi sınıfının devrimciliği sömürülmüşlükle ilintili bir olay idi. En azından Marx’ın söylediği bu idi. Şimdi ise, tüketici olması için maaş verilen bir “ücretli işçilik” var ki böyle adamlardan tarihin öncü rolünü beklemek zor görünüyor. Türkiye’de kentlere çekilen ve kentlerde gecekondularda yerleştirilen kesimin Marxist manada proleter olduğu artık söylenemez. Nitekim kentler büyüdükçe banliyöler kent içinde kalmış ve gecekonduların sakinleri topraktan rant elde etmişlerdir. Yani orta Anadolu’dan İstanbul- Ankara gibi kentlere gelenler son 30 yıl içinde artık proleter olmaktan kurtuldular, rantiyeci oldular. Kira gelirleri var. Kentteki hazine arazilerinin "talanı"na devletin ses çıkarmaması Kemal Tahir'in "reaya ile kerim devlet arasında gizli anlaşma var" ifadesiyle de mutabık duruyor. Ancak her şeye rağmen Müslüman toplumda mirî arazinin yağması ile kentleşme sürecinin koşutluk kazanması halkın aleyhine olacaktır. "Haramın binası olmaz" diye boşuna söylenmemiştir.

Ayrıca üretim teknolojisinin eski tipte işçi ihtiyacı da kalmadı. Bugünkü süreç "Kent yoksulluğu-evsizlik" üretiyor. Bunun da hizmet, fuhuş, dilencilik, uyuşturucu, çöp toplayıcılığı gibi iş kollarında istihdamla ilgisi bulunuyor. Klasik manada İşçi sınıfı diye bir şey kalmadığını beyaz yakalı ücretli kesimlerin yoğunlaşmasından da anlayabiliyoruz. Görünen şey işçi gibi algılansa da gerçekte “ücretli”dir. 

İşçi sendikalarına şunu sormak gerekiyor: Üniversite bitirip bir şirkette mühendis-işçi olarak çalışan kişi gerçek anlamda işçi sayılabilir mi? Türkiye’de istihdam-ücretli, belli şartlarda (karı koca çalışarak ve aileden bir miktar borç alarak) 5 ila 10 sene içinde mülk edinmeyi mümkün kılacak imkanlara da sahip. Demek ki aile "çalışan kesimin mülkiyete ulaşması için" bir şirket gibi de çalışıyor. Marx, Aile kurumu hakkında, burjuva toplumunun yansıması yargısında bulunduğu için onun sosyalizminin argümanları bizim toplumumuzu açıklamayacaktır. Türkiye’de İslam hayatı kavradığı sürece işçi yekünü büyüyemeyecektir. Ancak bunun sağlanması Batı toplumuna has kurum ve toplumsallıkların bize taşınmaması ile ilintili. Bizim asıl problemimiz, aile, esnaf- çiftçi, mahalle gibi geleneksel kurumlarımızı nasıl koruyacağımız meselesine geliyor. Kentleri büyüterek, endüstriyel toplumun değerlerini üreterek yapımızı bozuyoruz. Sosyal adalet talebi bu bozulmanın sonucudur. Kent ve endüstriyi büyüterek geliştirilmiş “Sosyal adalet”i istemiyoruz; aile, mahalle, küçük şehir yapılarında geçimlik peşinde insanların yaşattığı bu topraklara mahsus İslâmî adaleti arıyoruz.

-          KIVILCIMLI Hikmet, Fetih ve Medeniyet, Sosyal İnsan yayınları, 2011
-          TAHİR Kemal, Notlar/ Sosyalizm- Toplum ve Gerçek, Bağlam Yayınları, 1992
-          YAVUZ Hilmi, Kemal Tahir ve Marksizm, Toplum ve Bilim Dergisi, Sayı: 3, 1977

11 Haziran 2013 Salı

Kreatif Keratalar

Başkalarının sevincine katlanamayanların bağırıp çağırması karşısında?
Sabrı gençlerden bekliyoruz.
Dar düdük dünyasını, düşünerek değil rasyonalizasyonla kabartanların kibri karşısında?
Tevazuyu gençlerden bekliyoruz.
Efendilerin efendisi makamına hırsla yapıştığı halde mağdur numarası yapanlar karşısında?
Asaleti gençlerden bekliyoruz.
İftiraya varan çarpıtmalarla ülkeyi ateşe vermeye yönelenler karşısında?
Dirayeti gençlerden bekliyoruz.
Kendini her daim bir savaşın içinde, çatışmanın tarafı olarak görenler karşısında?
Sebatkar barışçılığı gençlerden bekliyoruz.
Çelişkili cümleler kurarken 'hakikatin mümessili' pozu verenler karşısında?
Tutarlılığı gençlerden bekliyoruz.
Karşılanmadığının farkında olmadığı ihtiyaçlarının pençesinde öfkeden köpürenler karşısında?
Neşeyi gençlerden bekliyoruz.
Tatlı dil nedir bilmeyenler karşısında?
Latifeyi gençlerden bekliyoruz.
Cezalandırmayı adaletin tek çeşidi sayanlar karşısında?
Ödül sevincini paylaşmayı gençlerden bekliyoruz.
Zafer peşinde koşanlar karşısında?
Ağız tadını korumayı gençlerden bekliyoruz.
Türkiye'yi malı gibi görenler karşısında?
Türkiye'yi canından aziz bilmeyi gençlerden bekliyoruz.
Hatayı, kusuru, suçu hep başkasına atanlar karşısında?
Empatiyi gençlerden bekliyoruz.
Hayatı politikadan ibaret sananlar karşısında?
Hayat bilgisini gençlerden bekliyoruz.
Yaptığı iyiliği başa kakan, önüne geleni nankörlükle itham edenler karşısında?
Şövalye tavrını gençlerden bekliyoruz?
Sesini yükseltmek veya ağlamak gibi ilkel ajitasyon yöntemlerine tenezzül edenler karşısında?
Hakikate değer vermekten doğan özgüvenli serinkanlılığı gençlerden bekliyoruz.
Yaşını başını almışların destursuzluğu, şımarıklığı ve aşırılığı karşısında?
Olgunluğu gençlerden bekliyoruz.
Barbarlığa meyledenler karşısında?
Şehirli nezaketini gençlerden bekliyoruz.
Düşmanlığı dünyanın ezeli kanunu kabul edenler karşısında?
Dostluğu gençlerden bekliyoruz.
***
Temiz kalpli, nur yüzlü, pırıl pırıl gençlerden?
Eli öpülesi afacanlardan, kreatif keratalardan, devrimcilikte devrim yapanlardan.

Murat Menteş - 11.07.2013

17 Şubat 2013 Pazar

Yuvasız Erkekler

I-Pazartesi günü biraz müstehzi bir ifade ile devletin ilk defa erkek sığınma evi açtığı haberi yer aldı medyada.
Kadın sığınma evi, erkek sığınma evi, yılda on binden fazla yaşlının çocukları tarafından şiddet görmesi, ailelerinden alınıp koruyucu aileye verilen göçmen çocuklar.
'Türk aile yapısı' diyerek övmelere doyamadığımız aile nereye gidiyor?
Tanzimat'tan bu yana Türk aile yapısında çok önemli değişiklikler oldu. Değişiklikler kendini toplumun üst kesiminde hissettirdiği için etkisinin şiddetini tartışacak kıvama gelemedik bir türlü. Bu değişiklikleri nötr bir tasvir olarak ortaya koyma dirayeti gösteremedik.
Tarihi, dizi filmlerden, ekran tartışmaları üzerinden 'öğrenenler', Osmanlı-Cumhuriyet mukayesesi yaparak siyasi görüşünün izinde fikir ortaya koyuyor.
Muhafazakâr damardan beslenenler Osmanlı Devletinde her şeyin mükemmel olduğu halkın gündelik hayatının şehzade masalı kıvamında aktığını zannediyor.
Kendisini devrimci, ilerici, batılı olarak kabul edenler ise bütün zamanların kan ve irinini içinde toplamış bir Osmanlı tahayyülü üzerinden fikir üretiyor.
Dünün tecrübesini ışık olarak bugüne düşürebilmek için yekpare bir bütünlükten değil toplumsal tabakalar üzerinden mukayeseler yaparak yol almamız gerekiyor.
Mesela aile üzerinden, aile bireylerinin ortak zaman ve mekân anlayışından hareket edelim. Tanzimat'a kadar paşaların dahi çalışma mekanının konağın selamlık bölümü olduğunu biliyor muydunuz? Paşa, Padişaha durumu arz edip geldikten sonra selamlığa döner çalışmasına evinde devam ederdi. Paşanın mesai saatini kendi evinde sürdürmesinin bizim açımızdan dikkat çekici olan yanı ortak zaman ve ortak mekan içinde bulunduğu için ailenin reisi olarak Sünnete uygun kavvam sıfatını yerine getirebiliyor olması.
Aynı dönemin tarım toplumunda da evin fertleri ortak zamanı ve ortak mekânı paylaşır. Tarım toplumunun büyük ailesi kendi kendine yeten bir ailedir. Devletten hizmet beklemez. Devlet ile askerlik ve vergi olmasa neredeyse hiç yüz yüze gelmez. Sadece aile fertleri değil köyün tamamı üretim zamanını dayanışma kültürü içinde idrak eder. Tarım toplumunda kimse yerinden kımıldamaz. Zaman ve mekân anlayışı yekpare bir bütünlükten beslenir.
A.Toffler'in Sanayi İnkılâbının aileyi ve bireyleri gizli bir kama olarak bölüşüne dikkat çekişi çok yerindedir.
Sanayi İnkilabı ile birlikte fabrika atmosferi ailenin bireylerini ortak üretim zamanından koparmış, bireyin kendi içindeki bütünlüğünü parçalamıştır. Artık üretenler ve tüketenler vardır. Kadınlar ve erkekler vardır.
Sanayi İnkılâbının gizli kaması her şeyi ortadan böler. Evin reisi fabrikada çalışmak için uzaklara gitmiş, fabrikanın üretim çarkları içine hapis edilmiş; büyük aile dağılmış yaşlıların bakımı çocukların eğitimi bir sorun haline gelmiştir.
Madem büyük aile dağıldı o halde devlet çocuklara el atacaktır. Babaları örgütlü zamanın içinde vakit doldururken çocuklar da kitlesel eğitimin içinde 'uslu çocuk' olmayı öğrenecektir. Toplumun modernleşme hızıyla doğru orantılı olarak çocuklar eğitim zamanı adı altında neredeyse evlerinden uzakta büyüyecektir artık.
II-
Evlerin selamlık bölümü varken erkekler hem dış dünyanın hem de haremin gücünü ellerinde tutuyorlardı.
Konak terk edilip apartman dairelerine taşınıldığında erkekler evlerinden başka yerlerde yaşamaya başladı.
Şairin 'baba koçta genel köle' dediği gibi artık erkekler başka mekanlara ailenin diğer fertlerinin bilmediği zamanlara girdiler.
Evler kadınların oldu bir müddet.
Emekli erkeklerin mor çatıları kahvehaneler diyordu bir gazete haberi.
Erkeklerin evi yok. Kaç kadınla evli olurlarsa olsunlar erkeklerin evi yok.
Eve sığmayan erkek hiçbir yere sığamayandır.
Gündüz kadın kuşağı programlarının başlamasıyla kadınların da bir evi yok artık.
Onlar ekran aracılığı ile hep başka evdeler. Başkasının evinde.
Başka evlerin düzeneğinde, başka evlerin ağız tadında dolaşıyorlar ekran aracılığı ile. Dolaşıyor ve kendisine bu konforu sunmayan eşlerine dünyayı dar ediyor.
Evler yuva sıcaklığını kaybediyor.
Parası olanlar konforun, lüksün soğuk çehresine bahşiş veriyor yuva sıcaklığını. Parası olmayanlar tüketim kültürünün sınır tanımayan işgali yüzünden evlerinin ev olmadığını görüyor nesnelerin reklam atağı içinde.
Evler giderek apart kafeslere dönüşüyor.
Bir okuyucum insanlar evleniyor ama yuva kuramıyor diye yazmış. Evler eşya dolu. Ama yuva değil diyor.
Erkek sığınma evi mi demiştiniz! Kadın sığınma evi. Çocuk sığınma evi. Modernleşmenin gizli kamasının açtığı aşikâr yara bu işte!
Muhafazakâr erkek zihniyeti için işler kolay. Sistemin getirdiği sosyal dokuyu, açtığı psikolojik hasarı yok sayar; günümüzün kadınları diye başlar kariyerist hırs diye devam eder; ninelerimiz, annelerimiz büyük kadınlardı diyerek nostaljinin sularında yüzer, yüzer, yüzer.
Bir yere varır mı? Sorun bu ya…

Fatma Barbarosoğlu - 13.02.2013

3 Şubat 2013 Pazar

Kanaat

"Kanaat, kendisine alışılan, yakınlık kesbedilen şeylerin bulunmaması halinde bile huzur ve sükûnet içinde olmaktır."

28 Ocak 2013 Pazartesi

Her bedene dar gelen elbise

Hayatın bilmediğimiz ince bir yerinden çıt diye kırıldığı bir yer var. Orada bitiyor bütün hikaye. Bütün haberler orada duruveriyor. Olayların artık nasıl gelişeceğinin, sebeplerin nasıl sonuçlara bağlanacağının da önemi kalmıyor. Başkaları için olabilir; ama bilmediği bir anda sayılı nefesleri sona erivermiş olan için, o güne kadar önemli olan her şey geride kalıveriyor. Spotlar sönüyor, yayın kesiliyor, dünya hayatı aynı şekilde hem en beklenen, hem de en beklenmedik olan o son anla tamamlanıyor.
Geride kalanlar için ölüm böyle bir şey... Gidenler için bundan daha başka bir şey mutlaka... Belki de bütün dünya önemlilerinin gerçekten önemsizleştiği, bunun aşikar hale geldiği yeni ve belki de çok daha berrak bir görmeye kavuşma hali... Belki yaşarken gerçek diye bilinen her şeyin gerçeğin gerçeğinde, yani hakikatte eridiği bir yeni bilme hali... Belki yaşarken vazgeçilmez gibi görünen şeylerin kuruyup dökülen sonbahar yaprakları gibi varlığı çırılçıplak bıraktığı tarifi imkansız bir idrak hali... Ölümün nasıl bir şey olduğuna dair cümle kurmakta en mahir kalemler bile kifayetsiz... Başka bir şey olduğunu söyleyebiliyoruz sadece birbirimize. Ya da böyle diyerek öteliyor, uzaklaştırıyoruz bu düşünceyi daralan zihinlerimizden.
Ölümden kaçmanın, onu yok saymanın, buz gibi esprilerle ya da ne anlama geldiğini söyleyenlerin de bilmediği manasız söz terkipleriyle hafifletmeye çalışmanın adet olduğu bu inkar çağı için ölüm, kimsenin üstüne giymek istemediği bir elbise gibi... Kimi acıklı bir hayat doluluk gösterisi sergileyerek uzak tutmaya çalışıyor o elbiseyi kendinden. Kimi daima fit tuttuğu fiziğine yakışacak çok daha şık elbiseler bulunduğu vehmiyle avunuyor. Kimi içinse, henüz veremediği günahkarlık kiloları yüzünden içine sığamayacağı kadar küçük ölümün insanı saran, kuşatan, bir daha bırakmayan kaçılmaz elbisesi...
Ölümü içine sindiremeyenler, insanın hakikatine teslim olamayanlar için hayat acınası bir savrulmadan ibaret... Yok saymakla yok olmuyor çünkü ölüm. Daha büyüyor, her yanı kaplıyor ve o yokmuş gibi ortaya bırakılan her sözü, her davranışı, her duyguyu özünden zedeliyor, trajik biçimde gülünçleştiriyor. Buna yeltenen her kimse, bu trajikomik debelenmeyi ömür diye sürgit yaşamak mecburiyetinde kalıyor.
Ölümü, bırakın hakiki hayata ulaşmak için aşılması gereken bir eşik olarak görmeyi, hayatın bir gerçeği olarak görebilenler dahi kendilerine çok daha anlamlı bir insanlık inşa edebilirler. Çünkü ölüm, hayatı da anlamlı kılan bir şey... Ölümsüzlük arayışının insanın sonu gelmez ihtiraslarıyla bir ilgisi olduğunu görmemek mümkün mü? Ölümsüzlüğün peşine düşenler dünya nüfusundan her gün çeşitli yoksunluklar yüzünden eksilip giden çocukları yaşatmak için hiçbir gayretleri yok. Onlar ölümsüzlüğü kendileri için istiyor, rahat ve konforlarının, zulümle kurdukları haz imparatorluklarının, dünyanın başka coğrafyalarını yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa sevkeden sömürü düzenlerinin devamı için...
Ölüm var, iyi ki var! İyi ki zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de hesabını tutan var. İyi ki insanı hayır ve şerle yüzleştirecek o adil terazi var. İyi ki gün gelip nefeslerimiz tükendiğimizde o elbiseyi giyiyoruz da, aslında kim olduğumuzu görüyoruz aleme doğduğumuzda.

Gökhan Özcan -  21.01.2013

25 Aralık 2012 Salı

Bana kalırsa

İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmelerini ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... Ne yazık hiç kalmadı bana.

-Oğuz Atay, Tutunamayanlar-

23 Aralık 2012 Pazar

Ma'zursun

همواره تو دل ربوده ای معذوری

غم هیچ نیازموده ای معذوری

من بی تو هزار شب به خون در بودم

تو بی تو شبی نبوده ای معذوری

İşin gönül çelmektir senin, mazursun
Gam nedir hiç bilmezsin, mazursun
Her gece kan ağlarken ben sensiz
Sen bir gece sensiz kalmadın, mazursun

Ahmed Gazali, Sevânihu’l-Uşşâk (Âşıkların Halleri)