13 Nisan 2012 Cuma

Ne yapmamalıyız?


İnsan eyleyen bir varlık. Eylemlerimiz (yapıp etmelerimiz) "tabiata" ve "dünyaya" da'ir. Tabiatı dünyasallaştırıyoruz. Yani tabiattan dünyalar türetiyoruz. Bunu da denetim altına aldığımız doğadan türettiğimiz ve maddî tarafımızı ortaya koyan aletlerimizle yapıyoruz.
Bizim eylemelerimiz çok azıyla insiyakî, çok daha fazlasıyla da düşünümseldir. Zihin dünyamız sürekli bir soruyu yeniden, yeniden üretir: Ne yapmalıyız?
Geleneksel insanın zihin dünyasında da bu soru elbette sorulur. Ama etkisi modern insanın zihninde olup bitenden hayli farklıdır. Kendi kendisine "Ne yapmalıyım?" diye soran geleneksel insan, cevapları kutsal metinlerin, geçmiş tecrübelerin, örf ve adetlerin içinden çıkarırdı. Yâni, sorduğu soruların kendisinden çok önce sorulmuş olduğunun ve en iyi şekilde cevaplandığından emin olarak sorardı sorularını. Ne telâşlanır; ne de aceleye getirir.
Modern ile geleneksel arasındaki en esaslı farklılıklardan birisi de , "Ne yapmalıyım?" sorusunu karşılayış tarzıdır. Modern, bu soruyu endişeyle sorar. Çünkü sorunun hazır bir cevabının olmadığı; varsa bile yetersiz, işe yaramaz olduğuna inanılır. Dolayısıyla "Ne yapmalıyım?" sorusu en hafifinden keşif, en ağırından icât gerektiren, kimileri için heyecan verici, kimileri için ise ürkütücü bir sorudur. Bildik cevapların tavan arasına atıldığı bir dünyada "Ne yapmalı?" sorusu sadece endişe değil; durumlardan vazifeler türeten keskin bir âciliyet hissi ile de karşılanır.
Modern kavrayışların kâhir ekseriyeti, eylemek ile eylememek arasına kalın ve sızdırmaz sınırlar çeker. Eylememek, tembelliği, sorumsuzluğu ve etkinsizliği çağrıştıran; telâşlı modern dünyadaki en büyük etik kusurlardan birisidir. Böyle olduğu için de lânetlenmiştir. Modern insan eyleme konusundaki mutandan iddialarından belli olur.
Bu mutandan iddialar, iddialı eylemeler doğurmuş; iddialı eylemeler ise insanlara ağır faturalar ödetmiştir. Burada kastedilen selâmetçi siyasal eylemlerin bedelleri değil. Oraya kadar gitmeye hiç gerek yok. Meselâ üretim gibi çok daha mâsum görünen bir kavramı alalım. Kadim dünyada üretim teknolojisi tabiatin verdiklerinden optimal bir fayda kaldırmaya ucu ucuna yeten ; mekanik tarafı ağır basan bir teknikti. Üretim itibarıyla "Ne yapmalı?" sorusuna verilen cevap da, genel olarak mekanik ilkelerle uyumlu akıl yürütmelerle yine geleneğin içinden çıkarılırdı. Modern insanın ise Heidegger'in yapmış olduğu ayırım itibarıyla teknolojisi vardır ve kompleks ilkelere doğru evrilen ve artık anlaşılmaz olan bu teknolojinin düzeyi bu soruyu karşılayacaktır. Teknoloji elbette ki tekniğe baskın olan bir kavramdır. Aradaki fark insanın maddî dünyasına, giderek manevî dünyasına yabancılaşmasının faturalarını kabartır. İç yapısından sadece az sayıda uzmanın haberdar olduğu ; belki de hiçbirisinin tek başına da bilemeyeceği, bir teknolojik dünya bizi sarıp sarmalıyor. Böyle bir dünyada, üzerinde sadece teknokratik seçkinlerin, çok özelleşmiş bir dil üzerinden akıl ve fikir yürütebileceği "Ne yapmalı?" sorusu, aşağıya doğru "Nasıl yapmalı?" sorusuna dönüşüyor. Yani, çoğu kez farkına varmasak da sorunun kulvarı değişiyor. Bu kayma yabancılaşmanın göstergesidir. Yabancılaşmayı doğuran açık, bilgi tekelleri ile tüketimin kitleselleşmesi arasında ortaya çıkıyor. Bilgi toplumu olarak yaldızlanan olgu aslında reel olarak ve her türlü yüzeyselliğiyle bir know-how toplumudur. Know-how toplumu tüketimin kuşatıcılığıyla, üretimin tekelciliği arasına sıkışmıştır. Tarihsel takıntımız olan fünûnculuktan vazgeçemeyip Know-how toplumunun bir parçası olmak ve sofistike kullanım dilleri ile yetinmek istiyorsak mesele yoktur. Eğer mesele var diyorsak açığı kapatacak yegâne yol, Yunus'un ödünsüz "miskinlik" yoludur. Bugün "Ne yapmamalı?" sorusu "Ne yapmalı?" sorusundan çok daha mühimdir. 

S. Seyfi Öğün - 26.03.2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder