7 Şubat 2012 Salı

Yorgun Savaşçı

- Düşündün mü hiç, bir dünya imparatorluğu nasıl tasfiye edilir?

- Nasıl mı?.. Basbayağı… Dış güçlerce yıkılır gider!

- Nasıl yıkılır, demiyorum… Nasıl tasfiye edilir?.. Bunun tekniği, hukuk bakımından nedir?

- Bilmem!.. Hiç düşünmedim!..

(…)

- Dinle, 1908’de, ittihatçıların ele geçirip on yıl içinde yıktığı imparatorluk, tam dört milyon üçyüz seksenüç bin kilometrekare toprağa sahipti!..

- Yok canım!.. Var mıydı bu kadar?

- Hay hay!.. 1908’de Bosna – Hersek, Bulgaristan, Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Cezayir, Trablusgarb, Sudan çeşitli anlaşmalarla imparatorluk toprakları sayılıyordu… Sayıldığı için de nüfusumuz 43 milyonu aşkındı. Bu topraklar üzerinde malımız olan, yedi bin kilometre demiryolu döşeliydi. Dikkat et, dörtyüz yıllık hilâfetin bütün dünya Müslümanları üzerindeki mânevî haklarını katmıyorum. Tasfiye edilen miras, Osmanlı’nın sırf kılıç gücüyle vuruşarak aldığı, tarih boyu vuruşarak savunduğu mirastı. Evet, oturuldu masaya… Bilir misin, iki bölümde tamamlanan Lozan Andlaşmasının bütün oturumları ne kadar sürmüştür?

- Hayır!

- Beş buçuk ay… Mahzenler dolusu arşivleri düşün, buradaki anlaşmaları, buradaki incelikleri getir göz önüne. Delegelerimiz incelediler mi bunları? Kılı kırk yardılar mı? Hayır! Çünkü İstanbul hükümeti delegeleri, yani asıl uzmanlar, bizim isteğimizle sokulmadı bu konuşmalara… Bu iyiliğimize karşı İngiliz generali Harington’un teşekkürünü hatırlarım. Demek dört milyon üçyüz seksen küsur kilometrekarelik bir imparatorluğun yediyüz yıllık hesapları tasfiye edildi beş ay içinde… Buna tasfiye denmez. Mirası reddettik, hem de borçlardan bir kısmını kabul ederek reddettik. Değil bir dünya imparatorluğunun mirası, bir mahalle bakkalının mirası bile, bizim bugünkü mahkeme usûllerimiz göz önüne getirilirse, bu kadar kısa zamanda tasfiye edilip karara bağlanamaz.

- Ne yapabilirdik peki?.. 1923’lerde imparatorluğun bütün tarihî hakları silahla savunulur muydu?.. Nasıl güç yetirirdik bu kadar zorlu düşmanlara?..

- Haklar her zaman silahla savunulmaz. Hakkımız olanlara önce mutlaka sahip çıkardık. Fırsat kollayarak beklerdik… Sıra geldikçe yeniden pazarlık teklif ederdik… Hesaplaşma isterdik. Güç yetmeye geldi mi, elimizden zorla alınanı zorla geri alamazdık belki ama, bize zorla da “bağışladık” dedirtemezlerdi. Diyelim ki bıçağın altına yatırdılar da dedirttiler, hattâ işkenceyle bir şeyler de imzalattılar. Böyle anlaşmalar, kişiler arasında da, toplumlar arasında da, bütün tarih boyunca geçerli sayılmamıştır. İlk fırsatta böyle bir imza reddedilir, işkencecinin yakasına sarılınır. Yoksa, bu durumda, “Yurtta sulh, cihanda sulh” diye şişinerek dolaşılmaz. Yunan, üst üste yenildiği halde “Megalo İdea”dan vazgeçiyor mu? Bir milletin tarihî istekleri, tarih süresi ölçüsünde elde edilir. Nitekim Anadolu’da yenildikleri halde, Lozan’da Batı Trakya’yı bizden almayı başardılar; sanki biz yenilmişiz gibi… Böyledir, milletlerin millî kurtuluş amaçlarına varmaları… Kurtuluş iki türlü olur: Ya bütün haklarını en son zerresine kadar koruyarak kurtulursun, - ki gerçek kurtuluş budur- veya haklarından birçoklarını vererek kurtulursun!.. Bu da bir kurtuluştur ama, öyle pek öğünülecek, kaşınılacak cinsten sayılmaz. Hele rejim değişimlerinin tarihî haklardan vazgeçmekle hiçbir alâkası olamaz. Sözgelişi, Bolşevikler, Çarlık imparatorluğuna pekâlâ sahip çıktılar. Nitekim Fransa Cumhuriyetçileri de kendilerinden önce, kendilerinden sonra çeşitli krallarının kurmuş oldukları imparatorluğu “rejim değiştirdik” bahanesiyle hiç kimseye bağışlamadılar.

- Aklım karıştı Münür amca… Mümkün olur muydu bir şeyler koparmak?

- Mümkün olsun olmasın, isteyeceksin!.. Çünkü vazgeçmeye, bağışlamaya hakkın yok!.. Babanın malı değil!.. Her fırsatta isterdik, dengine düşerse alırdık!.. Ama o zaman dünya içindeki yerimiz, güdeceğimiz politika, başka türlü olurdu: Tarihte birikmiş haklar böyle aranır. Eğer her millet ilk zorlukta, yüzyıllar boyu biriktirdiği haklarını kaldırıp atarsa, dünyada tarih diye bir şey kalmaz… Anadolu-Yunan savaşı, belletilmek istendiği gibi, bin yıllık tarihimizden ayrı bir Millî Kurtuluş Savaşı değildir. Bin yıldır süren Doğu – Batı boğuşmasının yüzlerce savaşlarından biri, hem de küçüklerinden biridir. Bir düşünsene… Osmanlı İmparatorluğu’nu kurup yaşatmış Anadolu halkları için ne utandırıcı bir sözdür, Yunan Savaşına “Kurtuluş Savaşı” demek… Bu savaşa –hâşâ- İstiklâl Savaşı da denemez!.. Çünkü biz hiçbir zaman millî devletimizi yitirmedik. Hattâ doğrusu istenirse, 1920-23 arasında bizim bir değil, iki devletimiz vardı.

(…)

- Siz Cumhuriyet çocukları, “Gözümüzü zaferde açtık” avuntusundasınız. Şimdi umulmaz yerlerde beklenmez yenilgilerle karşılaşınca apışmayın!.. Biz Batıyla er-geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız. Bunu gerçekten yapmayınca, Batıya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan defleyemeyiz!.. Bunu böyle bilesin, Gazeteci Murat!.. İşini ona göre tutasın!..

Büyül Mal

"[...] işte bu yakup cemil bey akşam yemeğinden sonra beni çekti tenhaya… ‘beri bak sülük bey, seni sordum soruşturdum, gayet yiğit olduğunu öğrendim. kulağını aç iyi dinle, gözünü aç, çünkü uyuklamanin sırasi değildir. padişah fermanı ve de enver paşamızın emridir. ermeninin ingilizle ve de moskofla sözü bir ettiği anlaşıldı. bunların niyeti ingiliz alttan, moskof üstten vurup osmanlıyı kötületip sürüp geldiklerinde ‘bre urun’ diyerekten bir gece apansız müslümana saldırıp bizi bire kadar doğramaktır. bu sebeple hükümatımız bunlara ’sür emri’ çıkaracaktır. hükümat kısmı hükümat olduğundan ancak sür emri çıkarabilip “vur emri” çıkaramamaktadır. gerisi burda sizin gibi yiğit türklere ve de dini bütün müslümanlara kalmıştır. bunlar arabistana doğru sürülecektir. hükümatımızın zaptiyesi savaş sebebiyle gayet azdır. çogu çaptan düşmüş kocalardır. vatan düşmanlarının yolda şuraya buraya dağılmasi ihtimali vardır. ayrıca dağdaki ermeninin gelip vurup kurtarmaya çabalaması hartada yazılıdır. milis gücü kursanız, yetersiz zaptiyeyi destekleseniz gerektir. allaha şükür çorum’umuzda boğaz kıtlığına kıran girmemiştir. sıklık boğazımız, hışır boğazımız, harami boğazımız, hele de kırkdilim boğazımız gibi boğazlarımız vardır. bunlar girilmesi kolay çıkılması zor boğazlardır. hükümat kısmının sürgün zagonunu kendiniz bilmez değilsiniz. “malı senin, canı senin, ırzı bile senin, bir kemiği benim, o da meydanda kalirsa” hesabıdır. ben seni gayet yiğit gördüm ve gayet temiz türk oğlu türk ve de dini bütün müslüman oğlu müslüman gördüm. savaşa girmeyen ve de gavur kırmayan gaziliği elde edebilemez. ne mutlu sizlere ki, hükümatımızın sürgün zagonu yetişmekle gaziliği cebe indirmektesiniz. göreyim seni, dünyanin yüzünden ermeni adını silesin, bu dunyada padisahimizin gayret nişanını göğsüne takınıp salınasın ve de öte dünyada cennetin baş köşesindeki gaziler köşküne yanlayıp keyfine bakasın…”

Hediye!

Dün bir alışveriş merkezindeydim.
Bir mağazadan ötekine koşturuluyor; bir kez bakılan şeylere az sonra dönüp bir daha bakılıyor ama bir türlü karar verilemiyordu.
Yüksek bir yerin üzerine çıkıp "Ey dostlar, bu koşuşturma niçin?" diye sormak istedim.
Ama ne gerek vardı ki! Cevabın bir an bile duraksamadan bir ağızdan geleceği belliydi: "Sevdiklerimizi sevindirmek için!"
Yılbaşı hediyesi seçip almak peşindeydiler çünkü!
İyi de yüzlerindeki bu bezginlik, bu sıkıntı, hatta bu endişe neyin nesiydi peki?
***
Bayram, yılbaşı, doğum günü, yıldönümü falan derken...

Perakende sektörünün iştahı ve gelişmiş pazarlama teknikleriyle otomatiğe bağlandık.

Hediye vermenin en güzel ve anlamlı yanı bunu takvimsiz, hesapsız, kitapsızbiçimde bunu istemek ve hediyeyi içinden geldiği gibi seçmek değil midir?
Teoride, evet!
Ama pratikte böyle bir hediye anlayışı tarihe karışmak üzere...
Şimdi sistem bize "hediye alınacak, al!" diye komut veriyor ve biz müthiş bir telaşla mağazalara dağılıyoruz.
Yalan mı?
***

Sevdiklerimizi sevindirmek için kendimizi alabildiğine gerdiğimiz bu noktaya nasıl geldik?
Hani nerede "çam sakızı çoban armağanı"na; "yarım elma, gönül alma"lara değer verenler?
Hani hediye verip almak muhabbetimizi artıracaktı?
Oysa itiraf edin ki, hediye konusunda sessiz hayal kırıklıklarımız sevinç çığlıklarımızı bastırmaya başladı.
Nasıl oldu da niyetin güzelliğini unutup hediyenin "ilginç"liğine takılır hale geldik?
Neyse...
Bu noktaları daha fazla kurcalayıp ağız tadınızı kaçırmaktan yana değilim.
Ama eminim, yitmeye yüz tutmuş değerleri tekrar canlandıracak bir yol vardır.
***

Nedir o yol?
Birincisi..
Veren elin ağırlığını hediyenin üzerinden mümkün olabildiğince çekmektir.
Unutmamalı ki, "parayı bastırdım, değeri tartışılmayacak bir hediye aldım" mantığı alttan alta "aldım, verdim, ben seni yendim" dünyasına gönderme yapar!
İkincisi...
Bazı psikologların şu önerisine kulak vermek olacaktır: Hediyenizin dili olsaydı ne anlatırdı?
Hediye paketine konulan küçük karta yazacaklarınızdan daha fazlasıdır bu!
Unutmamalı ki, gerçek bir hediye sevgiden, sevinçten konuşur. Bazen de içten bir teşekkürdür ya da özür!

TV'ye dair

Milyonlarca insan gerçekte sadece televizyon seyretmek için yaşıyor olmasın sakın! Eve dönüp dizi izlemek, kanaldan kanala zaplamak ve ekran karşısında uyuklayabilmek için çalışıyor, oradan oraya koşturuyoruz ve kimse bu gerçeği kendine itiraf etmeye yanaşmıyor.

H.B.

Tutunamayanlar'dan

-beşinci şarkı-

mısra 542: ....tunç devri

kaç yıl sonra başlayacağını henüz bilimadamlarımızın kesinlikle tespit edemediği tunç devri, halkımız için bir altın devir olacaktır. bir kısım ilahiyatçılara göre bu devir, isa'nın ikinci gelişi'yle aynı zamana rastlayacaktır.

tunç devrinde insanlarımız arasında, birinci sınıf vatandaş, ikinci sınıf vatandaş ve halk şeklinde yapılan ayrım ortadan kalkacaktır.
umumi nakil vasıtalarında biletçiler, halka, bay ve bayan gibi kaba tabirlerle hitap etmeyeceklerdir.

şoförler halka eziyet etmeyeceklerdir. bozuk para bulunduracaklardır.

köylüler, en kalın elbiseleriyle, güneş altında çömelerek saatlerce devlet kapılarında beklemeyeceklerdir.

apartman kapıcılarının saltanatı sona erecektir.

kalabalık caddelerde oyuncak satan esmer adam, kemer satan ve olduğundan yirmi yaş fazla gösteren adam ve küçük şişelerde ne olduğu anlaşılmayan bir sıvı satan ve sarası yüzünden sık sık kaldırımlara düşen adam ve meyhanelerde fıstık satan gözlüklü genç adam ve gene meyhanelerde kasap oyunu oynayarak hayatını kazanan koço ve artık yaşlandığı için rakı isteyince şarap getiren garson tanaş, bu zavallı durumlardan kurtularılacaktır.

herkes istediği mesleği seçecektir. ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler mühendis, mimar olmak isteyenler iktisatçı, meyhaneci olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır.

delilerle alay edilmeyecektir. mahalle çocukları böylelerinin peşine takılmayacaktır.

para kazanmayanlara serseri denilmeyecektir.

babalar, kızlarını her çeşit insanlara vereceklerdir.

sokak köpeklerinin durumu düzeltilecektir.

çocuklar, masallarla ve allah'ın verdiği cezalarla korkutulmayacaktır.

taşradan gelenler, şehirde doğmaktan başka meziyetleri olmayanlar tarafından hor görülmeyecektir.

kurnazlık ortadan kalkacaktır. bu konuda sıkı tedbirler alınacaktır.

yüreğinizi ezen bu sıkıntı, başınızdaki bu ağırlık kalkacaktır.

o zaman bin yıllık saltanat başlayacaktır. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha sürecektir. bin yıl daha, bin yıl daha..."

28 Aralık 2009 Pazartesi

Hayattan ne öğrendim?

Ağır bir ÖSS sorusu gibiydi Esquire dergisininki... “Hayattan ne öğrendiniz?”
Verilen süre içinde aklıma gelenleri aşağıda yazdım.
Yanlışların doğruları götürmeyeceğini umuyorum:

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum. Işığı gördüm, korktum. Ağladım.
Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim. Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanın içinde iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu, sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini...
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi...
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta...
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu; gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün...
Ve gerçeğin acı olduğunu...
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da lezzet kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

16.06.2008


17 Aralık 2009 Perşembe

Liberalizm Son

Liberalizmle ilgili eleştirilerimin sonuna gelmiş bulunuyorum. Amacım kimseyi incitmek değil, Müslüman zihnin içine girdiği teşevvüş haline vuzuh kazandırmaktır. Bu yüzden bana cevap yazanlara isimlerini zikrederek cevap verme yolunu tercih etmedim.

Mesele kolayca şahsileşebilir, amacından sapmış bir polemiğe dönüşebilirdi.

Tabii ki burada İslam ülkelerinin fakirliğini tartışıyor değiliz. Liberalizmin temel felsefi varsayımlarından ve süren uygulamalarından hareketle insan, toplum ve canlı hayata olan ağır maliyetine dikkat çekmek istiyoruz.

İslam dünyasının yoksulluk sorunu olduğu doğrudur. Eğer Müslümanlar tarihte "ülkeleri zenginleştiren liberalizm"e geçiş yapmadığı için "bu durumdadırlar" denmek isteniyorsa, bu temelden yanlıştır. Çünkü 8. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar dünyanın en zengin beşeri havzası İslam dünyasıydı. Ve bu zenginlik, İslam'ın doğru iktisadi ve sosyal politikalara dayanak kılınması sayesinde gerçekleşmişti. İslam, büyük medeniyetler kurdu. Emevi-Abbasi, Hint-Moğol, Safevi, Eyyubi-Memluk, Endülüs, Selçuklu-Osmanlı... Bu bölgelerin tamamı İslam'dan önce, saray baskıları, derebeylerin esareti, yaygın yoksulluk ve cehalet içinde yüzüyordu.

Hicri 99'da halife olan Ömer b. Abdülaziz, bir sene içinde halkın refah seviyesini yükseltti, zenginler zekatlarını vermek üzere Şam'dan Afrika'ya gitmek zorunda kaldılar. "Bunu nasıl başardın?" diye soranlara şu cevabı vermişti: "Rabb'imizle ilişkilerimizi düzelttik." Allah ile ilişkileri düzeltmek özgürlük de getirir, refah ve güvenlik de. Yani refah ve medeniyet İslam'la mümkündür.

İslam, Emevilerden Osmanlılara kadar üç kıtaya refah, özgürlük ve adalet getirirken liberal filozoflar henüz doğmamışlardı.

"Batı'daki zenginlik"le "İslam dünyasındaki yoksulluk" arasında bağ varsa, bu liberalizmle izah edilemez. Birinin zenginliği diğerinin yoksulluğuna yol açıyor. Bugün Müslüman ülkelerin zenginliğinden anlaşılan Batı tipi ve Batı'nın empoze ettiği kalkınma (gelişme, modernleşme, ilerleme) modelleri ise bu asla gerçekleşmeyecek. Tam aksine bu, Batı'yı devamlı zengin, Müslüman ülkeleri yoksul tutacaktır. Çünkü bu modellerin hedefi Batı'yı avantajlı ve zengin, İslam dünyasını yoksul ve bağımlı tutmaktır.

Liberalizm, "güdüleriyle hareket eden insan"ı (homo economicus) yüceltir ve bu insana yönelen her türden baskı ve denetime karşı çıkar. İnsanın güdüleri nefs-i emmarenin istek ve tutkularıdır. Tam da bütün dinlerin ve özellikle İslam'ın en çok mücadele ettiği yıkıcı istek ve tutkulardır bunlar. Güdülerin kontrolsüz olarak sınırsız sermaye biriktirdiği ve tüketimi kamçıladığı bir dünya, nihilist ve materyalist bir dünyadır; yeryüzünde eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ve çatışmaların körüklendiği bir cehennemdir.

Belirtmek gerekir ki, liberalizmi eleştirmek a) Özgürlüğe karşı olmak, b) Faşizme, komünizme veya devletin ekonomik ve sosyal hayata mutlak müdahalesini savunmak, c) İnsana ve topluma karşı devleti yüceltmek demek değildir.

Bizim eleştirimizin anlamı, Türkiye ve İslam dünyası için liberalizmin bir felsefi değerinin ve süblime edilen politikalarının dertlerimize çare olamayacağını anlatmaya çalışmaktır. Bu toprakların insanları dinleri ve tarihlerinin zengin miraslarına yaslanarak daha özgür, daha derin ve kapsamlı bir felsefeye, tefekkür ve irfana sahiptirler; sosyal, politik ve ekonomik sorunlarını bu kaynakların ışığında çözebilirler.

Liberalizm elbette bazı gerçeklikleri ve faydaları içinde barındırır. Ama bizim için bir paket, zaruri bir felsefe olamaz, yerine göre "bir yöntem ve teknik" olabilir ancak: 1) Dini, fikri ve siyasi alanda liberallerle beraber ve herkes için eksiksiz özgürlüğü savunuyoruz. 2) İktisadi alanda kısmen liberaliz. Orta sınıflar için tam liberal; yoksul ve zayıflar için koruyucu; serveti tekelleştirmek isteyen zenginler için önleyici politikalar takip edilmelidir. 3) Ahlaki alanda kontrolsüz serbestlik veya sınırsız özgürlük olamaz

31 Ekim 2009


Liberallere 9 Soru

Liberal yazarlara 9 sorumuz var. Sakin bir üslup, analitik bir dille cevaplarını bekleriz:

1) Serbest piyasa fetişizminin hüküm sürdüğü bugünün dünyasında devletler ekonomiye ne kadar müdahil? Zenginleri zengin kılan piyasa mı, başka şeyler mi? Mesela liberal ekonominin uygulandığı Amerika ve İngiltere'nin zenginliğinin arkasında liberal sınıfın başarıları, zekâsı, dahiyane fikirleri, ahlaki çabası mı var, yoksa bu devletlerin dünyada çıkarttıkları savaşlar mı? Son 200 senede patlak veren 500 savaşın yüzde 95'i ya Batı'da veya Batılıların kışkırtması ve organizasyonudur. Hepimizin gözü önünde Irak'ın petrollerine el koydular. İngiltere sömürgecilikten sonra tarihinin en iyi dönemini Tony Blair zamanında yaşadı. Dindar, sol tandanslı ve tabii ki serbest piyasa yanlısı Blair, diğer işgalcilerle Iraklıların 2 trilyon dolarlık petrollerine el koymasaydı, İngiliz ekonomisi düzelir miydi?

2) Amerikan ekonomisinin omurgasını teşkil eden silah şirketlerinin ürettiği silahlar serbest piyasanın arz-talep yasasına göre mi alınıp satılıyor?

3) Amerika ve diğer zenginler, madem serbest piyasaya inanıyorlar, neden mesela başka ülkelere kota uyguluyorlar?

4) Altyapı (köprü, yol vs.) için halktan vergi toplanıyor. Pekiyi, köprüden benim sağladığım fayda ile büyük bir holdingin sağladığı fayda aynı mı? Türkiye 700 bin kişilik bir ordu besliyor. Ordu bizi ve tabii kişi olarak canımı ve malımı bir dış saldırıya karşı koruyor. Benim mal varlığımla büyük bir holding sahibinin mal varlığı aynı mı? Büyük sermaye ile halkın kamu bütçesine katkıları kıstas alındığında, sıradan insanların altyapı tesisleri ve savunmayı finanse ederlerken, onlardan aynı oranlarda yararlanmadıkları görülür. Türkiye'de vergilerin % 70'inin dolaylı vergilerle halktan toplanması yeterince açıklayıcı. Bütçenin teşekkülünde ve harcanmasında külfet ile nimet arasında eşitlik ve adalet var mı? Külfet ortak ve toplumsal, nimet şahsi ve bireysel diyen liberalizm bu konuda bize ne diyor?

5) "Demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi" arasındaki ilişkiler olumlu mu, sorunlu mu? Pratikte ikisi el ele yürümüyor, çoğu zaman çatışıyorlar. Demokraside bireyin ifade özgürlüğü temel şart; ancak firmalarda bireyin özgürlüğünden bahsetmek mümkün mü? Aksine olağanüstü bir disiplin ve hiyerarşi esastır. Örneğin Japonlar ve şimdi Çinliler firmalarda askerî bir sistem uyguluyorlar.

6) Hangi ulus devlet; adalette, ulusal savunmada, eğitimde, iletişimde bireysel özgürlükleri referans alıyor? Amerika ve İngiltere'de milyonlar yürüdü, hükümetlerini Irak işgalinden vazgeçirebildiler mi?

7) Demokratik söylem bireyi hedefler; liberal ekonomide ise birey eşyaya dönüşmüş durumdadır. Demokrasinin idealize ettiği birey ile serbest piyasa ortamında bireyin içinde bulunduğu durum aynı mı? İnsan, standartlara uygun başarı, maharet, mesleki formasyon, eğitim ve fiziksel özelliklere sahip değilse, piyasanın nazarında hiçbir şeydir. Liberal bir ülkede işini kaybetmek bir insanın başına gelebilecek en büyük felakettir. Çünkü sadece işini kaybetmekle kalmıyor, aynı zamanda çevresini, statüsünü, üye olduğu kulübü de kaybediyor.

8) Demokrasi eşitliği, eşit oy hakkını savunurken liberalizm tabiatı gereği eşitsizlik üzerinde yürür. Piyasanın telaffuz edilmeyen yasaları sosyal Darwinizm'e dayanır, güçlü olanlar güçsüzleri tasfiye etmiyor mu, bu ne kadar ahlaki? Aslolan rekabetse, çoğu zaman rekabet öldürücü değil mi?

9) Muhammed İkbal'in dediği gibi: "Bir ördek dedi ki: Hızır divanından bir ferman çıktı, bundan sonra bütün sular serbesttir. Timsah ona cevap verdi: Unutma ki benim için de serbesttir." Mantıki sonuçlarına göre liberalleştirilmiş piyasa timsahlarla kazların serbest yüzdüğü sular, kurtlarla kuzuların serbest gezdiği çayır, tilkilerle tavukların serbest tutulduğu kümes demektir. Her defasında timsahların kazları, kurtların kuzuları, tilkilerin tavukları yuttuğu denetimsiz liberal bir demokraside eşit oy hakkının ne anlamı olabilir?

21 Ekim 2009


Türkiye Japonya Olsun Mu?

Japonya, dünyanın en büyük ekonomilerine sahip ülkelerin başında yer alır. Osmanlı ve Rusya ile beraber modern tarihe adım atmakla beraber, özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra bugünkü gelişmeyi yakaladı.

Japonların, dünyanın bilim ve teknoloji tarihine yaptıkları önemli bir katkıları yoktur; Batı'da icat edilmiş bir teknolojik ürünü alır minimize ederler ve kitlesel tüketime sunarlar. Şeylerin özünü taklit etmekte gelişmiş bir yeteneğe sahiptirler. Bir zamanlar Japon kalkınması Türkiye'de çok tartışıldı. Shintoizm'in 'protestanlık' yönünde geçirdiği algı değişimi ve Samurayların ticarete girişi, aşkınlaştırılmış ritüellerin iş disiplinine uygulanması gibi faktörlerin, "Japon kalkınması"nda itici rol oynadığı söylendi. Durum öyle değil. Bu sayılanların tabii ki kendi ölçeklerinde rolleri var, ama bu "etkileyici roller"dir, asıl "belirleyici faktör" Amerika'nın siyasal ve stratejik tercihleridir. Kısaca Japonların ekonomik ve teknolojik yönden sıçrama yapmalarını sağlayan Amerika'dan başkası değildir:

1) İkinci Dünya Savaşı'nda ABD, Japonlara silah bıraktırmak için Hiroşima ve Nagasaki'ye atom bombası attı, yüz binlerce masum sivilin ölmesine sebebiyet verdi. Savaş bittikten sonra, sayısız Amerikalı, kendini Japonlara karşı bir tür suçlu hissetti. Ve nasıl Batı, blok halinde Nazi soykırımından dolayı bugün İsrail her ne yapıyorsa sesini çıkarmıyorsa, Amerikalılar da kendilerini Japonlara karşı borçlu hissettiler, onlara muazzam ekonomik ve teknolojik imkân ve fırsatlar sundular.

2) Bunun yanında siyasî-stratejik başka bir faktör de söz konusuydu: Başlayan Soğuk Savaş konsepti içinde Asya neredeyse bir bütün olarak Sovyet-Rus ve Çin komünizmine karşı savunmasız durumdaydı. Sonradan açıkça gözlendiği üzere bazı yerler, (mesela Vietnam, Kamboçya ve K.Kore) kolayca bu etki alanına girebiliyordu. ABD, Rusya ve Çin'in yayılmasını önlemek üzere yerkürenin Doğu ucunu mevzi seçip tahkim etti. Japonya, "yeni gelişme dinamiği"yle komünist yayılmayı engelleyen bir rol oynadı.

3) Dahası, kapitalist sistem ve tüketim alışkanlıklarının kadim medeniyetler içinde gözünü açmış olan Asyalı insana empoze edilmesi için "tüketimin demokratizasyonu" adı altında bir doktrin çerçevesinde Japonlara misyon yüklendi. Bu sayede kapitalist üretim teknikleri yanında tüketim alışkanlıkları ve kültürü Asya'da yaygınlaştırıldı. Geç başlamakla beraber Çin ve Hindistan'ı bu sürece dahil eden önemli amillerden Japon usulü tüketim ve refah arzusudur.

Bana sorarsanız, bütün bunlar Japonların lehine değil, aleyhine oldu. Ne Shintoizm kaldı ne Güneş tanrısı. Aile parçalandı, Japonlar derin bir tüketim ve refah nihilizmi içinde yuvarlanıp gidiyor. "Kendi gelenek ve kültürlerini koruyarak kalkınan ülke: Japonya" efsanesine bizim sağcılarımız bile itibar etmiyor.

ABD, yeni dönemde Asya'nın batısında, yani Ön Asya'da "ikinci bir Japonya" yaratmak istiyor. Bu da Türkiye'den başkası değil. Yeni düzenin temel taşları döşenirken;

a) Enerji kaynakları ve enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlayacak,

b) Ortadoğu'da Batı kampının mevcut avantajlarını ve üstünlüğünü korumak üzere kaba güçle, yani silahla değil de "yumuşak güç"le bir dizi reformlar gerçekleştirecek,

c) Büyük sistemin içinde kalarak bölgesel entegrasyonu gerçekleştirecek,

d) Yeni küresel düzene paradigma dışından meydan okuyacak olanları ehlileştirip denetim altına alacak bölgesel aktör veya aktörlere ihtiyaç hissediyor.

Bunun için öncelikle gözünü Türkiye'ye dikmiş durumda. Diplomatik, politik ve finans desteği yanında bölgesel çalışma rahatlığı sağlıyor. Aslında Ortadoğu zaten bu yönde reform geçirmek zorunda. Ama ortada ciddi bir soru var: Japonya gibi sonradan kendimiz olmaktan çıkma pahasına bu sürece evet mi diyelim, yoksa kendimiz kalarak ve bölge halklarıyla kader birliği yapıp kendi reformlarımızı kendimiz mi yapalım? Ne dersiniz!

20 Ekim 2009


4 Aralık 2009 Cuma

Kısa Kısa

  • Herkesin "Posta" gazetesi okuduğu bir toplum mu, yoksa kimsenin gazete okumadığı bir toplum mu? İkincisini tercih ederim.
  • Ugg giyen kızdan daha itici bir şey varsa ugg giyen erkektir. Bugün metroda bunu da gördüm.
  • Trainspotting'in tiyatro oyunu Semaver Kumpanya tarafından yeniden gösterimde. Bana eşlik edecek birisi olsa ne güzel olur.