11 Haziran 2013 Salı

Kreatif Keratalar

Başkalarının sevincine katlanamayanların bağırıp çağırması karşısında?
Sabrı gençlerden bekliyoruz.
Dar düdük dünyasını, düşünerek değil rasyonalizasyonla kabartanların kibri karşısında?
Tevazuyu gençlerden bekliyoruz.
Efendilerin efendisi makamına hırsla yapıştığı halde mağdur numarası yapanlar karşısında?
Asaleti gençlerden bekliyoruz.
İftiraya varan çarpıtmalarla ülkeyi ateşe vermeye yönelenler karşısında?
Dirayeti gençlerden bekliyoruz.
Kendini her daim bir savaşın içinde, çatışmanın tarafı olarak görenler karşısında?
Sebatkar barışçılığı gençlerden bekliyoruz.
Çelişkili cümleler kurarken 'hakikatin mümessili' pozu verenler karşısında?
Tutarlılığı gençlerden bekliyoruz.
Karşılanmadığının farkında olmadığı ihtiyaçlarının pençesinde öfkeden köpürenler karşısında?
Neşeyi gençlerden bekliyoruz.
Tatlı dil nedir bilmeyenler karşısında?
Latifeyi gençlerden bekliyoruz.
Cezalandırmayı adaletin tek çeşidi sayanlar karşısında?
Ödül sevincini paylaşmayı gençlerden bekliyoruz.
Zafer peşinde koşanlar karşısında?
Ağız tadını korumayı gençlerden bekliyoruz.
Türkiye'yi malı gibi görenler karşısında?
Türkiye'yi canından aziz bilmeyi gençlerden bekliyoruz.
Hatayı, kusuru, suçu hep başkasına atanlar karşısında?
Empatiyi gençlerden bekliyoruz.
Hayatı politikadan ibaret sananlar karşısında?
Hayat bilgisini gençlerden bekliyoruz.
Yaptığı iyiliği başa kakan, önüne geleni nankörlükle itham edenler karşısında?
Şövalye tavrını gençlerden bekliyoruz?
Sesini yükseltmek veya ağlamak gibi ilkel ajitasyon yöntemlerine tenezzül edenler karşısında?
Hakikate değer vermekten doğan özgüvenli serinkanlılığı gençlerden bekliyoruz.
Yaşını başını almışların destursuzluğu, şımarıklığı ve aşırılığı karşısında?
Olgunluğu gençlerden bekliyoruz.
Barbarlığa meyledenler karşısında?
Şehirli nezaketini gençlerden bekliyoruz.
Düşmanlığı dünyanın ezeli kanunu kabul edenler karşısında?
Dostluğu gençlerden bekliyoruz.
***
Temiz kalpli, nur yüzlü, pırıl pırıl gençlerden?
Eli öpülesi afacanlardan, kreatif keratalardan, devrimcilikte devrim yapanlardan.

Murat Menteş - 11.07.2013

17 Şubat 2013 Pazar

Yuvasız Erkekler

I-Pazartesi günü biraz müstehzi bir ifade ile devletin ilk defa erkek sığınma evi açtığı haberi yer aldı medyada.
Kadın sığınma evi, erkek sığınma evi, yılda on binden fazla yaşlının çocukları tarafından şiddet görmesi, ailelerinden alınıp koruyucu aileye verilen göçmen çocuklar.
'Türk aile yapısı' diyerek övmelere doyamadığımız aile nereye gidiyor?
Tanzimat'tan bu yana Türk aile yapısında çok önemli değişiklikler oldu. Değişiklikler kendini toplumun üst kesiminde hissettirdiği için etkisinin şiddetini tartışacak kıvama gelemedik bir türlü. Bu değişiklikleri nötr bir tasvir olarak ortaya koyma dirayeti gösteremedik.
Tarihi, dizi filmlerden, ekran tartışmaları üzerinden 'öğrenenler', Osmanlı-Cumhuriyet mukayesesi yaparak siyasi görüşünün izinde fikir ortaya koyuyor.
Muhafazakâr damardan beslenenler Osmanlı Devletinde her şeyin mükemmel olduğu halkın gündelik hayatının şehzade masalı kıvamında aktığını zannediyor.
Kendisini devrimci, ilerici, batılı olarak kabul edenler ise bütün zamanların kan ve irinini içinde toplamış bir Osmanlı tahayyülü üzerinden fikir üretiyor.
Dünün tecrübesini ışık olarak bugüne düşürebilmek için yekpare bir bütünlükten değil toplumsal tabakalar üzerinden mukayeseler yaparak yol almamız gerekiyor.
Mesela aile üzerinden, aile bireylerinin ortak zaman ve mekân anlayışından hareket edelim. Tanzimat'a kadar paşaların dahi çalışma mekanının konağın selamlık bölümü olduğunu biliyor muydunuz? Paşa, Padişaha durumu arz edip geldikten sonra selamlığa döner çalışmasına evinde devam ederdi. Paşanın mesai saatini kendi evinde sürdürmesinin bizim açımızdan dikkat çekici olan yanı ortak zaman ve ortak mekan içinde bulunduğu için ailenin reisi olarak Sünnete uygun kavvam sıfatını yerine getirebiliyor olması.
Aynı dönemin tarım toplumunda da evin fertleri ortak zamanı ve ortak mekânı paylaşır. Tarım toplumunun büyük ailesi kendi kendine yeten bir ailedir. Devletten hizmet beklemez. Devlet ile askerlik ve vergi olmasa neredeyse hiç yüz yüze gelmez. Sadece aile fertleri değil köyün tamamı üretim zamanını dayanışma kültürü içinde idrak eder. Tarım toplumunda kimse yerinden kımıldamaz. Zaman ve mekân anlayışı yekpare bir bütünlükten beslenir.
A.Toffler'in Sanayi İnkılâbının aileyi ve bireyleri gizli bir kama olarak bölüşüne dikkat çekişi çok yerindedir.
Sanayi İnkilabı ile birlikte fabrika atmosferi ailenin bireylerini ortak üretim zamanından koparmış, bireyin kendi içindeki bütünlüğünü parçalamıştır. Artık üretenler ve tüketenler vardır. Kadınlar ve erkekler vardır.
Sanayi İnkılâbının gizli kaması her şeyi ortadan böler. Evin reisi fabrikada çalışmak için uzaklara gitmiş, fabrikanın üretim çarkları içine hapis edilmiş; büyük aile dağılmış yaşlıların bakımı çocukların eğitimi bir sorun haline gelmiştir.
Madem büyük aile dağıldı o halde devlet çocuklara el atacaktır. Babaları örgütlü zamanın içinde vakit doldururken çocuklar da kitlesel eğitimin içinde 'uslu çocuk' olmayı öğrenecektir. Toplumun modernleşme hızıyla doğru orantılı olarak çocuklar eğitim zamanı adı altında neredeyse evlerinden uzakta büyüyecektir artık.
II-
Evlerin selamlık bölümü varken erkekler hem dış dünyanın hem de haremin gücünü ellerinde tutuyorlardı.
Konak terk edilip apartman dairelerine taşınıldığında erkekler evlerinden başka yerlerde yaşamaya başladı.
Şairin 'baba koçta genel köle' dediği gibi artık erkekler başka mekanlara ailenin diğer fertlerinin bilmediği zamanlara girdiler.
Evler kadınların oldu bir müddet.
Emekli erkeklerin mor çatıları kahvehaneler diyordu bir gazete haberi.
Erkeklerin evi yok. Kaç kadınla evli olurlarsa olsunlar erkeklerin evi yok.
Eve sığmayan erkek hiçbir yere sığamayandır.
Gündüz kadın kuşağı programlarının başlamasıyla kadınların da bir evi yok artık.
Onlar ekran aracılığı ile hep başka evdeler. Başkasının evinde.
Başka evlerin düzeneğinde, başka evlerin ağız tadında dolaşıyorlar ekran aracılığı ile. Dolaşıyor ve kendisine bu konforu sunmayan eşlerine dünyayı dar ediyor.
Evler yuva sıcaklığını kaybediyor.
Parası olanlar konforun, lüksün soğuk çehresine bahşiş veriyor yuva sıcaklığını. Parası olmayanlar tüketim kültürünün sınır tanımayan işgali yüzünden evlerinin ev olmadığını görüyor nesnelerin reklam atağı içinde.
Evler giderek apart kafeslere dönüşüyor.
Bir okuyucum insanlar evleniyor ama yuva kuramıyor diye yazmış. Evler eşya dolu. Ama yuva değil diyor.
Erkek sığınma evi mi demiştiniz! Kadın sığınma evi. Çocuk sığınma evi. Modernleşmenin gizli kamasının açtığı aşikâr yara bu işte!
Muhafazakâr erkek zihniyeti için işler kolay. Sistemin getirdiği sosyal dokuyu, açtığı psikolojik hasarı yok sayar; günümüzün kadınları diye başlar kariyerist hırs diye devam eder; ninelerimiz, annelerimiz büyük kadınlardı diyerek nostaljinin sularında yüzer, yüzer, yüzer.
Bir yere varır mı? Sorun bu ya…

Fatma Barbarosoğlu - 13.02.2013

3 Şubat 2013 Pazar

Kanaat

"Kanaat, kendisine alışılan, yakınlık kesbedilen şeylerin bulunmaması halinde bile huzur ve sükûnet içinde olmaktır."

28 Ocak 2013 Pazartesi

Her bedene dar gelen elbise

Hayatın bilmediğimiz ince bir yerinden çıt diye kırıldığı bir yer var. Orada bitiyor bütün hikaye. Bütün haberler orada duruveriyor. Olayların artık nasıl gelişeceğinin, sebeplerin nasıl sonuçlara bağlanacağının da önemi kalmıyor. Başkaları için olabilir; ama bilmediği bir anda sayılı nefesleri sona erivermiş olan için, o güne kadar önemli olan her şey geride kalıveriyor. Spotlar sönüyor, yayın kesiliyor, dünya hayatı aynı şekilde hem en beklenen, hem de en beklenmedik olan o son anla tamamlanıyor.
Geride kalanlar için ölüm böyle bir şey... Gidenler için bundan daha başka bir şey mutlaka... Belki de bütün dünya önemlilerinin gerçekten önemsizleştiği, bunun aşikar hale geldiği yeni ve belki de çok daha berrak bir görmeye kavuşma hali... Belki yaşarken gerçek diye bilinen her şeyin gerçeğin gerçeğinde, yani hakikatte eridiği bir yeni bilme hali... Belki yaşarken vazgeçilmez gibi görünen şeylerin kuruyup dökülen sonbahar yaprakları gibi varlığı çırılçıplak bıraktığı tarifi imkansız bir idrak hali... Ölümün nasıl bir şey olduğuna dair cümle kurmakta en mahir kalemler bile kifayetsiz... Başka bir şey olduğunu söyleyebiliyoruz sadece birbirimize. Ya da böyle diyerek öteliyor, uzaklaştırıyoruz bu düşünceyi daralan zihinlerimizden.
Ölümden kaçmanın, onu yok saymanın, buz gibi esprilerle ya da ne anlama geldiğini söyleyenlerin de bilmediği manasız söz terkipleriyle hafifletmeye çalışmanın adet olduğu bu inkar çağı için ölüm, kimsenin üstüne giymek istemediği bir elbise gibi... Kimi acıklı bir hayat doluluk gösterisi sergileyerek uzak tutmaya çalışıyor o elbiseyi kendinden. Kimi daima fit tuttuğu fiziğine yakışacak çok daha şık elbiseler bulunduğu vehmiyle avunuyor. Kimi içinse, henüz veremediği günahkarlık kiloları yüzünden içine sığamayacağı kadar küçük ölümün insanı saran, kuşatan, bir daha bırakmayan kaçılmaz elbisesi...
Ölümü içine sindiremeyenler, insanın hakikatine teslim olamayanlar için hayat acınası bir savrulmadan ibaret... Yok saymakla yok olmuyor çünkü ölüm. Daha büyüyor, her yanı kaplıyor ve o yokmuş gibi ortaya bırakılan her sözü, her davranışı, her duyguyu özünden zedeliyor, trajik biçimde gülünçleştiriyor. Buna yeltenen her kimse, bu trajikomik debelenmeyi ömür diye sürgit yaşamak mecburiyetinde kalıyor.
Ölümü, bırakın hakiki hayata ulaşmak için aşılması gereken bir eşik olarak görmeyi, hayatın bir gerçeği olarak görebilenler dahi kendilerine çok daha anlamlı bir insanlık inşa edebilirler. Çünkü ölüm, hayatı da anlamlı kılan bir şey... Ölümsüzlük arayışının insanın sonu gelmez ihtiraslarıyla bir ilgisi olduğunu görmemek mümkün mü? Ölümsüzlüğün peşine düşenler dünya nüfusundan her gün çeşitli yoksunluklar yüzünden eksilip giden çocukları yaşatmak için hiçbir gayretleri yok. Onlar ölümsüzlüğü kendileri için istiyor, rahat ve konforlarının, zulümle kurdukları haz imparatorluklarının, dünyanın başka coğrafyalarını yokluğa, yoksulluğa, yoksunluğa sevkeden sömürü düzenlerinin devamı için...
Ölüm var, iyi ki var! İyi ki zerre miktarı iyiliğin de, zerre miktarı kötülüğün de hesabını tutan var. İyi ki insanı hayır ve şerle yüzleştirecek o adil terazi var. İyi ki gün gelip nefeslerimiz tükendiğimizde o elbiseyi giyiyoruz da, aslında kim olduğumuzu görüyoruz aleme doğduğumuzda.

Gökhan Özcan -  21.01.2013

25 Aralık 2012 Salı

Bana kalırsa

İçimden geçenleri bilselerdi beni dünyanın bir numaralı vatandaşı sayarlardı. İnsanları dinlerken sıkıntılı bir görünüşüm vardı: sanki, her zaman onların sözlerini bitirmelerini ve konuşma sırasının bana gelmesini sabırsızlıkla beklerdim. Bana kalırsa, bu görünüş çok aldatıcıydı. Bana kalırsa, bana kalırsa... Ne yazık hiç kalmadı bana.

-Oğuz Atay, Tutunamayanlar-

23 Aralık 2012 Pazar

Ma'zursun

همواره تو دل ربوده ای معذوری

غم هیچ نیازموده ای معذوری

من بی تو هزار شب به خون در بودم

تو بی تو شبی نبوده ای معذوری

İşin gönül çelmektir senin, mazursun
Gam nedir hiç bilmezsin, mazursun
Her gece kan ağlarken ben sensiz
Sen bir gece sensiz kalmadın, mazursun

Ahmed Gazali, Sevânihu’l-Uşşâk (Âşıkların Halleri)

12 Ekim 2012 Cuma

Karanlıktayım

İki kavis arasındayım.
Her yaşam parantezi doğumla açılıyor ve ölümle kapanıyor. Benim parantezim de doğumla açıldı ve her parantez gibi o da en nihayet ölümle kapanacak.
Parantezin açılması elimde değildi, kapanması da elimde olmayacak. Parantezi kim açtıysa, o kapatacak, burası kesin.
Niçin açıldı, bilmiyorum. Niçin kapanacak, onu da bilmiyorum.
İki kavis arasında olup bitenlerle öylesine meşgulüm ki bildiğim tek şey, iki parantez arasında sıkışıp kaldığım.

Bu-ara-dayım; doğumla ölüm arasında.
Ne garip değil mi, yaşam, cilveleriyle beni meşgul ettiği sürece, parantezin kapanış ânından uzaklaştığımı, o üzerime bütün dehşetiyle eğilen kavsi geriye ittiğimi sanıyorum, öyle ki parantezin kapanıp kapanmayacağını umursamıyorum bile.
Yaşam süremi ölçüyorum. Yolun başındayken yaşam süremin arttığından ötürü sevinirken, yolun sonuna doğru süremin azaldığını hissedip hüzünleniyorum. Yaşadıkça yaşlanıyorum çünkü.
Hüzünleniyorum.
Peki nedir şu adına hüzün... hüzün dedikleri?
Hüzün, elde olanı gaib ettiğim için ruhumu bürüyen şeffaf libas; kayb -olan ve -edilen için duyulan üzüntü.
Hüzün mülkiyet duygusunun bir sonucu; zira bir yaşama sahip ve mâlik olduğumu, yani bir yaşamım olduğunu idrak etmeseydim, onu kaybettiğimi de idrak edemezdim. Varlığından haz aldığım şey, yokluğundan ötürü bana elem veriyor; varlığı hazza, yokluğu eleme yol açıyor.
Hüzün işte böylesine köklü bir mülkiyet duygusunun mahsulü.

Yaşamaktan haz almasaydım, yokluğu hâlinde elem de duymazdım. O hâlde varlığının elem verdiğine inansaydım, yokluğunun da haz vereceğine inanmakta zorluk çekmezdim. Nitekim yaşamlarına kendi elleriyle son verenlerin yokluğu varlığa tercih etmeleri, aslında hazzı eleme tercih etmelerinden kaynaklanmıyor mu?
Modern hayatın hüznü def etmek için bulduğu yegâne çözüm, insanı koyu bir gafletin içine sokmaktan ibaret.
İğfal sözcüğü gafletten ürüyor. Gaflet modernlik tarafından iğfal edilen insanın trajedisi... parantezsizlik sanısı... bir aymazlık hâli... aptallıktan türeyen keyif...
Sevinç de işbu gafletin, unutmanın, görmemenin, bilmemenin mükâfatı.
Hüzün nasıl ki gaib edilenin (kaybedilenin) üzüntüsü ise, korku da tam aksine kaybedilecek olandan kaynaklanan kaygının adı.
Kaybettiğim için hüzün, kaybedeceğim için korku duyuyorum. Varolanın yokluğu hüzün duymama (üzülmeme) yol açarken, yok olacağı ihtimali korkmama yol açıyor.
Korkuyorum; zira kaybedeceğim. Kaybettiğim için değil, kaybedeceğim için korkuyorum.
Kaybetseydim üzülürdüm. Oysa kaybetmedim ve fakat eninde sonunda kaybedeceğim.
Önemsiz ve değersiz olanı kaybettiğim için üzülmem; önemsiz ve değersiz olanı kaybedeceğim diye de korkuya kapılmam. O hâlde hüznümün ve/veya korkumun sebebi, gerçekte kaybetmek ve kaybedecek olmak değil, bilâkis önemli ve değerli bir şeyi kaybetmek ve/veya kaybedecek olmak.
Bir edebiyat tarihçisi, sanattaki başarıyı, galibiyetin, mağlubiyetin itirafıyla kazanıldığı bir savaş olarak tanımlamış: a war in which victory comes through the confession of defeat.
Bu tanımı, pekâlâ yaşama sanatına da şamil kılabilirim.
Ancak bir koşulla! Yaşamı her şeyden daha önemli ve değerli kılanın ne olduğunu bilmek koşuluyla.
İlk elde akla gelecek olan, birtakım nitelikler, ya yaşam için gerekli olan, ya da yaşamın mümkün kıldığı birtakım haz ve değerler. Oysa ben olmasaydı(m), yaşam da olmazdı; zira yaşayan özne olmaksızın yaşanılan olmazdı. Yaşanılan olmayınca, tabiatıyla yaşam da olmazdı.
Bu-ara-da anlamın yaşama yaşamın kendisinden geldiğini pek o kadar kolaylıkla niçin söyleyemiyorum acaba?
Çok basit!
İki kavis arasında kalanın anlamı, kavislerin içinden çık(a)mıyor da ondan. Bu-ara-da olana, anlamını, sınırları veriyor; iki kavisin (kavseyn) varlığı, yaşamın hem sınırlarını, hem anlamını belirliyor. Böylelikle anlam, yaşama, kendisinden değil, dışından, yani kavislerin varlığından geliyor.
Özetlersek, yaşamın varlığı, iki kavisin varlığıyla mümkün. Anlamı ise onların anlamıyla kaim.
Peki o hâlde kavseynin varlığının sebebi ve anlamı ne?
Sırr-ı kavseyni, yani yaşamı mümkün kılan parantezlerin varlık sebebini bilmediğimi, soruşturmanın en başında teslim ettiğime göre, bu niçinin içini ben’ce meçhul kalacak demektir.
Oysa kavs-i nüzulün, iniş yayının (doğuşun) sırrı bilinseydi, kavs-i urucun, yükseliş yayının (ölümün) sırrı da bilinir; böylelikle bir çırpıda yaşamın sırrı da sır olmaktan çıkardı.
Karanlıktayım.

Dücane Cündioğlu - 17 Aralık 2005

24 Ağustos 2012 Cuma

yavaş yavaş ölürler

yavaş yavaş ölürler
seyahat etmeyenler.
yavaş yavaş ölürler
okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

yavaş yavaş ölürler
alışkanlıklarına esir olanlar,
her gün aynı yolları yürüyenler,
ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile
girmeyenler,
bir yabancı ile konuşmayanlar.

yavaş yavaş ölürler
heyecanlardan kaçınanlar,
tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı
görmek istemekten kaçınanlar.

yavaş yavaş ölürler
aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına
çıkmamış olanlar


pablo neruda

10 Ağustos 2012 Cuma

İş hayâtında aristokratik vesâyetçilik


Kapitalizm insanlığı önce, zanaatkârlığın ehl-i keyf dünyasından kopartarak Okul-Fabrika-Kışla arasında sıkı bir disipline dayalı olarak örgütledi. Modern meslek dünyası insanın "geleneksel baskılardan arındığı", özerk ve özgür olduğu, kamusal fayda ürettiği alanlar olarak tanımlandı. İşin aslı pek de öyle değil. Okul-Fabrika-Kışla arasında yapılandırılan bir hayat kısırlığı belki çok sayıda profesyonel ortaya çıkardı, ama bu oluşum her zaman insanlığın selâmetine, hayrına işlemedi. Profesyonellik, Hannah Arendt'in çok çarpıcı olarak ortaya koymuş olduğu üzere "Homo Faber"in yerini "Homo Artifex"in almasıdır. Üretim fetişizmini örgütleyen kapitalizm insanları meslek insanı yaparak, yaptıklarından da sorumsuz kılmayı sağlayan bir iş kültürü geliştirdi. Bu; yaptığı işin sonuçları ya da etkileri üzerinde düşünüm kurabilen Homo Faber'den farklı olarak "İşini gereğince yap, gerisine karışma" diyen Homo Artifex'in dünyasıdır.
Modern dünyada işler ve işlemler sadece kağıt üzerinde nesnel esaslara bağlanıp, gayrı şahsî kılınıyor. Oysa işlerin akışında,özellikle de ilişkisel boyutlarında müthiş bir öznelleşme ya da kişiselleştirme hüküm sürüyor. Başarı endeksleri işin örgütlenmesinde, akışında ve ödüllendirilmesinde oligarşik, eşitsizlikçi, daha beteri gayrı insânî esaslara oturuyor. Bütün bunlar sözüm ona verimlilikte artış adına yapılıyor. Oysa zaman içinde verimsizlik ciddî bir dert haline geliyor. Bürokratik-hantal dünyadan esnek iş yapılanmasına geçiş, bu derde devâ olmak bir yana, derdi azdıran bir gelişme. Yaşayan en mühim düşünürlerin başında gördüğüm Richard Sennett, her cümlesi zihnimde bir şölene dönüşen (hep öyle olmuştur) "Zanaatkâr" başlıklı muazzam çalışmasında, durumun neo-liberal kapitalizmin muzafferci yaklaşımının örtbas ettiğinden çok farklı olduğunu; insanların işlerinden soğuması, yaptığı işe yabancılaşması ve onları savsaklamasının sâdece tarihe gömülmüş reel sosyalizminde değil, merkez kapitalist ülkeler başta olmak üzere bütün bir dünyada sorun olduğunu ortaya koyuyor. Hâsılı, insanın iş dünyasını tahrip eden bizzat kapitalizmin kendisidir.
Yeni iş yapılanmasının eşitsiz yapısı artık hiyerarşinin gerekleri ya da kurallarıyla açıklanabilir olmaktan çıkmıştır. CEO'ların temsil ettiği yeni iş aristokrasisi ile orta ve aşağı düzeylerde çalışanlar arasında devâsa uçurumlar oluşuyor. Karar alma süreçlerinde "one-man show" baskın hâle geliyor. Orta ve aşağı düzeyde çalışanlar sadece işlerini kaybetme korkusuyla, çoğu kez akıl, vicdân ve ruhlarının onaylamadığı bu tek adam merkezli karar alma süreçlerinde, belki ilk başlarda gönülsüz, ama daha sonraları gönüllü-gönülsüz fark etmez ; rutinleşmiş meddah rolü oynuyor. Zaman içinde hem kendilerine hem de yaptıkları işe olan inançlarını kaybediyorlar. Biz ancak işler skandal boyutuna geldiğinde, ya da iflâslar gibi dramatik çöküş boyutuna ulaştığında haberdâr oluyoruz. Oysa günlük iş hayatında akıl dışı, en basitinden kaynak kaybettiren sayısız saçma karar mevcut. Bu kararları alanlar dehâlarından emin, egosu şişmiş patronlar ya da onların prensleri CEO'lar. İş hayatında onların ego şişmeleri, yerlerini aldıkları bürokratların ego şişmeleri kadar bıktırıcı ve yıldırıcı. İş hayatının aristokratik vesâyetçiliği, devirdikleri ve yerlerini aldıkları bürokratik vesâyetçilik kadar sorunlu. Çok sayıda çalışan, özellikle de tecrübeli olanlar (eğer kaldıysa) kararların saçmalığını görüyor. Ama hiçbir şey söylemiyorlar. Söylemeye kalkarlarsa başlarına geleceklerden korkuyorlar. Hâsılı, çürüme dönemi saray toplumu olarak resmedilmiş ne varsa bugün üç aşağı beş yukarı iş hayatına egemen....

S. Seyfi Öğün - 09.08.2012

26 Temmuz 2012 Perşembe

Myanmar, tarih ve ilâhiyat


Rwanda'daki mâlûm katliamdan sonra, son zamanların belki de en acı haber ve görüntüleri Myanmar'dan geldi. Dünya, eski adıyla Burma olan bu ülkede; binlerce insanın evinden yurdundan edildiğini; daha da vahimi yüzlerce (belki de daha fazla) kişinin yakılarak öldürüldüğünü öğrendi. Yakanlar Budist; yakılanlar ise Müslüman.. Ne kadar acı değil mi? ... Barışçıl olarak bilinen, Batı zihniyetinde steril dînler dairesinde binciliği kimselere kaptırmayan bir dînin mensupları, azınlıkta kalan bir başka dînin mensuplarına karşı nasıl da bu kadar canavarlaşabiliyor? (Bu arada yine soralım; Acaba Dalai Lama hazretleri ne âlemdedir? Bu katliamı sona erdirmek için neler düşünmektedir? ). Biz, en son olarak bu dinin râhiplerini kâfileler halinde ülkedeki diktatörlüğe karşı şiddet dışı , sivil itaatsizliğe dayanan yöntemlerle karşı çıkarken görmüştük. Bu soylu protestolar çok uzaklardaki insanlarda bile sempati yaratmıştı. Ne hazindir ki bu protesto eylemleri hemen ve çok sert bir şekilde bastırıldı. Ülke yeniden kendi içine kapandı. Meğer fırtına öncesi sessizlikmiş bu. Dün barışçıl eylemlere ilham kaynağı olan bir dînin mensupları, bu kez bambaşka bir yüzle çıkıyor karşımıza... Geçenlerde her satırını zevkle, iştahla okuduğum çok değerli Hocam Prof. Dr. Cemil Oktay'ın Bilgi Üniversitesi Yayınları'ndan kısa bir süre önce çıkan 'Modern Toplumda Savaş ve Barış' çalışmasında, savaş ve barış(siyaset) arasındaki geçişlerin kırılganlığını vurgularken kullandığı 'bukalemun' benzetimi dikkatimi çekmişti. Modern, hele hele geç-modern tarihlerin; geniş mecrasında devr-i dâimler olarak âşina ve âsude bir şekilde akan geleneksel tarihlerden farkı; en başta bir hız farkıdır. Modernlik zamanı arttırılabilir hızlar üzerinden örgütlüyor. Hız ise ya bizâtihî kendisi, insanlık durumlarındaki savrulmaları ve kırılganlıkları doğuruyor; ya da zaten mevcut olanları daha saydam bir şekilde ortaya çıkarıyor. Dünü bugüne; bugünü ise yarına bağlamakta her geçen gün daha fazla zorlanıyoruz. Derin kavrayışlara dayalı düşünüşlerin yerini, spekülatif basitçiliğin alması da gâliba bu yüzden. İştahla saldırdığımız hızlı yemekler mideleri nasıl alt-üst ediyorsa, hızlı düşünüşler de entelektüel dünyamızı o şekilde sıkıntıya sokuyor. Budizmin sicilini bozan bir dramatik ve tarihin bukalemun doğasını çağrıştıran savrulma da bunun göstergelerinden birisidir.
Yeryüzünde tarihsel anlamda sicil bozukluğu yaşamayan; savrulmaları hasar görmeden atlatan bir inanış kaldığını sanmıyorum. Sicil bozan savrulmalar karşısında, metinler üzerinden aklama ya da savunma geliştirmek çok yaygın bir yaklaşımdır. Bu yaygın yaklaşımın çok nâfile olduğunu; bu naif yaklaşımda ısrar edilmesinin ise anlamlı olmadığını düşünüyorum. Çok özel örtüşme dönemleri hâriç; ilâhiyatın tarihi; tarihin ise ilâhiyatı bağlayabildiği görülmüş değil. Son katliamlarla ilgili olarak Budizmin samimî yandaşlarını, özellikle de o dînin inceliklerine sâdık otoritelerini dînlersek; duruma çok üzüldüklerini, Budizmin aslında karıncayı bile incitmeyen bir yaklaşıma sahip olduğunu; yapılan müessif yanlışların asla Budizm'e mâl edilemeyeceğini söyleyecekleridir. Bu teolojik –metinsel bir savunmadır ve elbette ki 'kendi içinde'; ama sadece 'kendi içinde' tutarlıdır. Sıkıntı zaten metinlerde değildir ki! Sıkıntı onun 'bağlamları' (context) ve yorumlarındadır. Bağlamın; hız egemen olduğu bir dünyada savrulmadan , metinlerle tutarlı eylemelerde bulunmak; ya da yorumlarla metinleri örtüştürmek her zaman ya da daha önceleri olduğundan daha zor. (Şart olan eğitim de sorunu çözmüyor). Böylesi hız egemen dünyada tarihsel sorumluluk gütmenin de önü kapanıyor; fırsatçılığın kapıları ise ardına kadar açılıyor. Hıza uygunluk sağlayıp onun hortumlarına teslim olmak, sorumluluk yüklenmekten daha kolay. Gerekircilikle başlayıp, göreceliliğe; oradan da olumsallığa savrulmak derde deva olmuyor; sadece dertlenmeyi sağlayan sorumluluğu sona erdirip, tek tezâhürü 'happenings' karşısında ahlanmak ve vahlanmak olan bir alıklığı yaygınlaştırıyor. Bu alıklık ise daha sonra alışkanlıklar ve umarsamazlıkta nasır tutuyor. Bilmem bu nasırdan nasıl kurtulacağız?

S. Seyfi Öğün - 26.07.2012